Halk arasında İnce Minare Sokak olarak bilinen Tacülvezir’deki Özses Elektronik’te çalışmam için Ali Taşoluk İlkokulu’ndan Müdürümüz Mustafa Günok referans olmuştu. Patronumuz Ahmet Buyurşen’in bir ortağı daha vardı ve beni Kadılar Sokak’ta şimdi Meşhur Konya Kellecisinin yerinde olan şubede görevlendirdi. Burada bir zaman İsmail ustanın çırağı oldum. O yıllarda Avrupalıların getirdiği teypler çok revaçtaydı. Bir gün müşterilerimizden biri mekanik arızası olan güzel bir teybi tamir etmemiz için getirip bıraktı. İsmail usta her sabah işe o teyple başlayıp sağını solunu kontrol ediyor fakat arızayı tespit edemeden bırakıp öteki işlere yoğunlaşıyordu. Yalnız başıma olduğum bir gün tezgâhta sökük vaziyette duran teybi önüme alarak arızalı bölgeyi dikkatle inceledim ve tırnaklı bir parçanın yuvasından çıkarak yer değiştirdiğini fark ettim. Ertesi sabah her zamanki rutinimiz olarak usta aynı teybi incelemeye koyulduğu sırada, “Ya abi, şu parçayı bulunduğu yerden atlatıp şuradaki yuvaya taksak sanki düzelir” diye söyledim. Dediğim yere dikkatlice baktı ve parçayı yuvaya taktı. Kontrol ettiğinde de mekanizmanın düzgün bir şekilde çalıştığını gördük. Ben bir “aferin” beklerken o kaşlarını çatıp, “Sen ne biçim konuşuyorsun, üslubunu düzelt” diye azarladı. Fakat bu fırçaya rağmen keyfim yerindeydi.
Bir zaman sonra patronlar ortaklığı bitirip ayrılınca ben Tacülvezir’deki dükkâna döndüm. İş yerimizin ismi de Şenses Elektronik olarak değişti. Tamirat işlerinden başka bilhassa okullar ve camiler için amplifikatör imalatı ve montajı da yapıyorduk. Mesela, Ahmet Özcan caddesindeki Zafer İlkokulu’nun Müdiresi Zeynep Baran çıkıp gelmişti bir gün ve “Ustam, bizim okula ses sitemi kurulacak” demişti. Müdür odası, diğer idareciler ve öğretmenler odasından başlayıp bütün sınıflara, koridor ve bahçeye sistem kablolarını yerleştirdikten sonra amplifikatörü devreye alarak okula ilk ses sistemini biz kazandırmıştık.
Araç ve cep telefonlarının henüz hayatımıza girmediği o yıllarda sabit telefonu olan ev sayısı da epeyce az idi. Misal, Kovanağzı’nda pek az kişinin evinde telefon vardı ve bizim sokakta kimse telefon sahibi değildi. İşte o günlerde patronumuzun ustası Ali Naci Koçaş, kalfasını dükkânına çağırdı. Ahmet usta birkaç saat sonra elinde biri küçük olan iki paketle döndüğünde Selahattin’le ikimiz merak içindeydik. Usta önce küçük paketi açtı ve oto teybine benzer bu küçük cihazın halk bandı telsiz olduğunu söyledi. Diğeri de çatıya monte edilecek olan metrelerce uzunluktaki anten idi. Ali Naci amca satışını yapacak, biz ise servis hizmeti verip montaj yapacaktık.
Kısa zamanda dükkân müşterilerle dolup taşmaya başladı. Koskoca Kovanağzı’nda neredeyse yalnızca üç beş evde telefon varken biz ekonomik seviyesi yüksek kesimin evine, iş yerine ve arabasına telsiz takıyorduk. Üstelik tamir ve amplifikatör müşterilerimiz hizmet bedelini ödeyip giderken bunlar yardımcı eleman olarak Selahattin ve bana hatırı sayılır bahşiş de veriyordu.
Arabasına telsiz monte ettiğimiz bir müşteri kısa bir zaman sonra evine de bir telsiz almıştı; “Telefon faturası ödemekten kurtuluruz” diyordu. Selahattin kulağıma yaklaşıp,” Keşke bizim evde telefon olsa da fatura ödesek” dediğinde bana da tasdik etmek düşüyordu. Neyse… Malzemeleri alıp Ankara yolunda o zaman gökdelen diye anılan apartmanlardan birine gittik. Daire içi işlemleri tamamladıktan sonra çatıya çıkıp anteni de montajladık. Ahmet usta son kertede “Ben kalan kısmı hallederim” deyip benden aşağıdaki alet edavatı toplamamı istedi.
Süpürgeliğin yanındaki iş aletlerini derlediğim sırada Ahmet ustanın feryadıyla irkilip başımı gökyüzüne çevirdiğimde çatıdan uçarcasına yere doğru gelen kol gibi çiviyi fark ettim. Ahmet usta çatıya uzanmış bağırarak bana, “kaç işareti” yapıyordu. Bir adım geri çekildiğimde, anteni duvara sabitlemek için kullandığımız kaçak çivi zınk diyerek çekildiğim yere düştü. Müşteri hemen arkamdaydı ve omuzlarıma dokunup, “Çiviyi havada görünce dilim tutuldu, Allah korudu” dedi. Bizi arabasıyla dükkâna bırakırken de, “Bozuk param kalmadı, kusura bakma” diyerek iki bin lira bahşiş uzattı. Kusuru mu olur? Maaşımın yarısı ediyordu bu para. Tabii, Selahattin’le bölüştük.
Fuar Sitelerinin altında Seltaş adlı bir firma Türkiye’de ilk olan teneke kutulu “Bixi” adlı Cola’yı satışa arz etmişti. Önce merkez ofisine, sonra bütün pazarlama ve servis araçlarına telsiz taktık. Frekansın en aktif ve doğru kullanıcısı bu firmaydı. Seltaş’ın patronu bir gün, telsiz kullanıcılarına hitaben, “Bir yarışma yapacağız ve bilene bir kasa Bixi Cola hediye edeceğiz” deyince curcuna başladı. Soru geciktikçe sabırsızlananlar, “haydi sor sor” diyerek dönemin meşhur reklam spotunu taklit ediyordu.
Seltaş, “Herkes dikkatle dinlesin” dedikten sonra soruyu patlattı;
“Bir ton, bir ton daha kaç ton eder?”
Mandala basıp ilk cevap fırsatını yakalayan, “İki ton eder” deyince herkes sustu ama Seltaş bunun yanlış olduğunu söyleyince telsiz başındakiler matematik dehası kesilip tonu kiloya, grama çevirmeye başladı.
Aslında soruyu duyduğum anda cevabı biliyordum ama Ahmet usta ve arkadaşı Metin usta yarışmaya iyi motive olmuş ve kâğıt üzerinde hesap yapıyordu. Bütün matematik içerikli cevapların reddedilmesinden sonra birisi, “Seltaş bizimle dalga geçiyor, bu sorunun cevabı yok” diye anons etti. Bunun üzerine firma sahibi ödül miktarını artırıp cevabı bilene iki kasa Cola vereceğini söyledi. Bilemedikçe de ödülü üç kasaya çıkardı. Bunun üzerine Ahmet ustaya, “Cevabı ben biliyorum, siz anons edin. Bir ton, bir ton daha tonton eder” dedim.
Usta ”El âlemi güldürme bize” diye karşı çıkacak olsa da rahmetli Metin ağabey, “Bundan daha mantıklı cevap olamaz” diye bana destek verdi. Ahmet usta mandala basıp konuşurken ihtiyatı elden bırakmayıp;
“Seltaş, bizim kalfa Mustafa’nın cevabını söylüyorum; bir ton, bir ton daha tonton edermiş” dedi.
Kanaldakiler sustu, patron, “Kalfa Mustafa’yı tebrik ediyorum, üç kasa Cola’yı hemen Şenses’e sevk ediyorum” diyerek saatlerdir süren yarışmayı bitirdi. Yarım saat sonra da ödülümüz dükkâna teslim edildi.
İyi de bu yaz sıcağında şerbet gibi Cola içilmezdi ki! Ahmet usta spot piyasasını gezip hemen büro tipi bir buzdolabı satın aldı ve gelen gidene günlerce Cola ikram ettik. Fakat günün birinde dolabın boşalmakta olduğunu fark edince Ahmet usta Seltaş’ı anons edip, “Bizim Cola bitmek üzere. Bir yarışma daha yapın” dedi. Seltaş mandala basıp kamuya açık bir kahkaha attıktan sonra, “Mustafa varsa yarışma yok” diye karşılık verdi. Tabi o günün sanal ortamından beni diskalifiye etme imkânı olmadığı için de yarışma yapılmadı.
Bir gün de kapıya gıcır gıcır bir sarı Mercedes yanaştı ve elinde telsiz cihazıyla son derece şık giyimli biri dükkâna girdi. Kaportayı büyük bir intizamla delip montajı yaparken herkes bu meçhul müşteriyi merak ediyordu. Sokaktan geçen arkadaşıyla selamlaşan müşterimizi ve arkadaşını içeriye davet edip ikramda bulunduğum sırada adamın Almanya’dan yeni dönüş yaptığını öğrendim.
Elektronik dönemini kapatıp Anadolu’da Bugün de gazeteciliğe başladığımda da kurumumuzun halk bandı telsizi vardı ama taşınabilir cihazlar yaygınlaşmadığı için kurum için haberleşme imkânımız yoktu. Anadolu’da Bugün’ün kullandığı cihazın satıcısı ise Yücel Eşen’di.
Aradan bir zaman geçti ve Almanyalı telsiz müşterimiz Konya Mimarlar Odası Başkanlığına seçildiği. Fakat ben spor servisinde görev yapmaya başladığım için yolumuz pek fazla kesişmedi. 2014 yılında merhum Adnan Ağırbaşlı başkanlığında Türkiye Yaşlı ve Engelliler Eğitim Bakım ve Araştırma Vakfını kurduğumuz sırada Mimar Esat Yıldırım da bizimleydi. Bir gün, Almanya’dan getirdiği sarı Mercedes’in akıbetini sorunca hayretle, “Sen nereden biliyorsun Almanya’da olduğumu ve arabayla geldiğimi?” dedi. Telsiz hadisesini anlatınca hukukumuzun çok eski tarihlere dayandığını hatırlamış oldu.
2016 yılının Kasım ayında ben beyin tümörü ameliyatı olup evimde istirahat ederken Adnan Ağırbaşlı, Cevdet Çavuşoğlu, Rıfat Sızma, İhsan Kayseri ve Esat Yıldırım ziyarete geldi. Sohbet sırasında İhsan ağabey benimle 1985 yılından beri arkadaş olduğunu anlatınca Esat ağabey, “Ben sizlerden çok önce Mustafa bey ile tanıştım” diyerek arabasına monte ettiğimiz telsizi ve o telsiz sayesinde toplumsal hadiselerden nasıl zarar görmeden kurtulduğunu anlattı. Veda faslında da pencereden civarı seyrederek, “Nasıl, evden memnun musunuz” diye sordu. “Kullanışlı bir site planı çizilmiş. Pek çok ayrıntı güzel tasarlanmış” diye karşılık verince de, “Bunu duymak beni mutlu etti. Çünkü bu sitenin mimari projesini ben çizmiştim” dedi. İhsan ağabey, “Yahu arkadaşlar, Allah’ın işine bakın; biri diğerinin arabasına kırk sene önce telsiz takmış, öteki de otuz sene sonra onun evinin projesini çizmiş” diyerek hayretini dile getirdi.
1990’lı yıllarda Merhaba gazetesinde çalışırken telsiz kullanımı epey yaygınlaştı. Bizim gazetede de her muhabire bir cihaz verildi. Kurum içi arkadaşlardan başka Aynı frekansta olan arkadaşlarla da haberleşebiliyorduk. Telsiz, en çok polisiye haberleri takip eden Ali Sait’in işine yaramıştı. Bir gün muhatabıyla haber takibi için planlama yaptıktan sonra, “gelişmelere göre anonslaşırız” diyerek konuyu kapattı. Fakat “anonslaşırız” sözcüğü herkese tuhaf geldi ve gırgır süreci başladı. Öyle ya; ne demekti anonslaşırız? Tıllar sonra cep telefonları ve internet tabanlı sohbet uygulamaları yaygınlaşınca, “araşırız, mesajlaşırız, yazışırız” gibi ifadeler hayatımıza girdi. Bence bu kelimelerin tabanı Ali Sait kabul edilmelidir!
Telsiz devrinin en sinir bozucu olan yönü ise bazı kendini bilmezlerin durduk yere cihazı sık sık mandallayıp yaydığı hışırtılardı. Bir de adrenalin seviyesi yükselen yahut alkolün tesiriyle coşkuya kapılan bazı kimselerin assolistlik edasıyla şarkı türkü okumalarıydı. “Breyk, breyk, breyk” diyerek herkesin dikkat kesilmesine sebep olup bunu sıklıkla tekrar edenleri de unutmamak lâzım. Herkesin cırtlak “breyk breyk” tekerlemesinden illallah ettiği bir gün kullanıcılardan biri mandallama fırsatını yakalayıp, “Byrek breyk, mandalı breyk, yoksa biz seni breyk!” diyerek herkesi güldürmüştü.
Her yeni icadın mevcudu yetersiz kıldığı gibi cep telefonu yaygınlaştıkça telsiz haberleşmesi de nostalji halini aldı. Biz gazetede telsiz kullanıyor olmakla İstanbul imkânlarına ulaştığımızı zannettiğimiz bir zaman deplâsman görevine gittiğimizde Osmanlı Payitahtındaki gazetecilerin cep telefonu kullanmaya başladıklarını görünce hayal kırıklığı yaşamıştık.