İklim kanunu, aslında 20. yüzyılın başlarında bilim insanlarının “Hımm, şu atmosferdeki gazlar acaba iklimi etkiler mi?” diye kafa yormasıyla ortaya çıkmıştır. Ancak, bu fikri tam anlamıyla bulup “Evet, evet, işte bu!” diyen kişi, 1850’lerde çalışan İsveçli kimyager Svante Arrhenius’dur. Svante, karbondioksidin “Hadi bakalım, şu gezegeni biraz ısıtalım!” gibi bir potansiyeli olduğunu fark etti. Ama o zamanlar kimse “Gezegenin ısınması, aman ne güzel fikir!” demedi. Çünkü sanayi devriminin daha başlarındaydık ve herkes hala kömürle çalışıyordu, kimse atmosferi ısıtma derdinde değildi. Bugün ise, iklim değişikliği herkesin dilinde. Hava durumu tahminlerinden, ekonomik politikalara kadar her yerden “İklim değişikliği!” diye bağıran sesler yükseliyor. Hani o Svante’nin zamanında “Kimseye ne olacak ki?” dediği konu, artık her günümüzün parçası oldu.

Peki, sadece Türkiye mi iklim kanunu çıkardı? Tabii ki hayır! Dünyanın dört bir yanında iklim yasaları, başlık farklı olsa da, bir şekilde yürürlüğe girdi. Kimisi “İklim Kanunu” dedi, kimisi “Hava Durumu Yasası” ya da “Gezegen Isınma Yasası” falan dedi. Her ülke kendi tarzında iklimle mücadeleye girişti. Örneğin, bazı ülkeler buna çok ciddi bir şekilde yaklaşırken, bazıları da “Eh, bir yasamız olsun da bakalım ne olacak!” mantığıyla hareket etti. Yine de sonuçta herkes “Bu gezegeni biraz soğutalım, yoksa hep birlikte kavrulacağız!” noktasına geldi. Dünyada bu yasaları bizden önce çıkaran bazı ülkelerden bazıları; İngiltere) – Climate Change Act (2008) Dünyada çıkarılan ilk bağlayıcı iklim yasasıdır. Almanya Federal İklim Koruma Yasası (2019, 2021 güncellemesi) . Fransa  Loi Climat et Résilience (2021) İspanya İklim Değişikliği ve Enerji Dönüşümü Yasası (2021) İsveç  Climate Act (2017) Yeni Zelanda – Zero Carbon Act (2019) Kanada – Canadian Net-Zero Emissions Accountability Act (2021) Danimarka – Climate Act (2020)

Dünya genelinde yaklaşık 30'dan fazla ülke, ulusal ölçekte yasal bağlayıcılığı olan iklim yasaları çıkarmış durumdadır. Bunlara ek olarak 100’den fazla ülke, iklim stratejilerini yasa dışı da olsa politik hedeflerle duyurmuştur. Biz de modaya uyduk.

Whatsapp Image 2025 04 14 At 15.57.41

İklim Kanunu Geldi, Hayatımız Değişiyor (Ama Her Şey Güllük Gülistanlık Değil)

İklim Kanunu’nun ilk dört maddesinin kabul edilmesi Türkiye açısından çevresel, ekonomik ve toplumsal birçok fayda sunsa da, bazı potansiyel dezavantajlar veya zorluklar da beraberinde getirmekte. İlk 4 madde TBMM Genel kurulunda kabul edilmesine rağmen, ardından komisyonda yeniden görüşülmek üzere geri çekildi. Türkiye'de İklim Kanunu'na karşı çıkan bazı kesimlerin çekinceleri, genel olarak ekonomik, politik, yerel sanayi çıkarları ve egemenlik hassasiyetleri çerçevesinde toplanabilir.

Ben bu yazımı yasa kabul edilmiş varsayarak kaleme aldım. Ona göre değerlendirmek istiyorum. Türkiye olarak çevreyi kurtarmak için kolları sıvadık, ilk dört madde kabul edildi. Çok güzel. Ama her güzelliğin ufak tefek ya da gerçekten büyük yan etkileri vardır. Hadi gelin, bu yeni düzenin bize neler getirebileceğine bir de tersinden bakalım:

1. Ekonomik Maliyetler ve Yatırım Zorunluluğu

Cebimizi Isıtan Değil, Yakan Yatırımlar

Diyelim ki fabrikanız var, yıllardır kömürle çalışıyor. Şimdi deniyor ki: “Artık karbon salmayacaksın.” Peki nasıl? Cevap basit(!): Yeni sistemler kur, milyonlar harca. KOBİ sahibi amca haklı olarak soracak: “Ben bunu nasıl karşılayayım evladım?” Kısacası, çevreyi koruyalım derken bazı küçük işletmeler “ekonomik iklim krizi” yaşayabilir.

Şimdi, diyelim ki Türkiye’de çimento, enerji ve madencilik gibi sektörlerde büyük bir iş var. İklim Kanunu diyor ki: "Emisyonları azaltın, yeşil dönüşüm yapın." Ama birileri soruyor: "Peki, bu dönüşümü yaparken cebimizdeki yeşil parayı kim verecek?" Kısa vadede, sanayiye “yeşil dönüşüm” zor gelir. "Batılı ülkeler güzel güzel yeşil dönüşüm yapıyor, biz niye yapalım?" diyor bazı iş dünyası temsilcileri. Eh, çok da haksız sayılmazlar, değil mi? Sanayi ve üretim sektörleri (özellikle çimento, enerji, madencilik gibi yoğun emisyon üreten sektörler), bu yasa ile birlikte karbon vergisi, emisyon ticareti gibi mekanizmaların devreye girmesinden endişe ediyor. Bu durum, kısa vadede üretim maliyetlerini artırabilir ve rekabet gücünü azaltabilir. Bazı iş dünyası temsilcileri, “yeşil dönüşüm”ün batılı ülkelerin dayattığı bir lüks olduğunu ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için adil olmadığını savunuyor. Çünkü Sera gazı azaltımı, enerji dönüşümü, endüstriyel modernizasyon gibi hedefler için ciddi yatırım gerekecektir. Örneğin; Fosil yakıtlara dayalı sanayiler, üretim süreçlerini karbon salınımını azaltacak şekilde dönüştürmek zorunda kalacak. Bu da kısa vadede maliyetleri artırabilir. Bu yüzden özellikle KOBİ’ler ve enerji yoğun sektörler zarar görebilir, işten çıkarmalar ve üretim düşüşleri yaşanabilir.

2. Dış Ticaret ve Rekabet Üzerindeki Etkiler

‘’Dışarıdan sürekli bizi yönlendiren birileri var!" diye bağıran bazı kesimler var. Özellikle Avrupa Birliği, Dünya Bankası ve IMF gibi büyük kuruluşların baskıları, bazılarını "bizim politikalarımıza dışarıdan müdahale" gibi görmelerine neden oluyor.

Durum şu: Eğer İklim Kanunu gerçekten bu kadar dışarıdan dayatılıyorsa, kendi enerjimizi üretmekte zorlanabiliriz. Belki bir gün kendi elektrik faturamızı ödeyemeyiz! Bazı siyasi ve akademik çevreler, İklim Kanunu’nu uluslararası kuruluşların (AB, BM, Dünya Bankası, IMF, vs.) finansal ve politik baskılarıyla şekillendirilmiş bir “dayatma” olarak görüyor. “Yeşil Mutabakat”a uyum baskısıyla ülke politikalarının dış müdahalelere açık hale geleceği endişesi var. Egemenlik kaygısıyla şu görüş dillendiriliyor: “Enerji politikamıza, üretim modelimize dışarıdan yön verilmesin.” AB diyor ki: “Ürününü bana satacaksan karbonunu temizle.” Biz de diyoruz: “Tamam ama nasıl?” Eğer fabrikalarımız bu yeni standartlara uyum sağlayamazsa, Avrupa “Kusura bakma, bu malı almam” diyebilir. Yani sadece doğa değil, ihracatçılar da nefes darlığı çekebilir. Avrupa Birliği’nin "Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması" (CBAM) gibi uygulamalarıyla uyumlu hale gelmek için ciddi dönüşüm gerekiyor. Bu yüzden uyum sağlayamayan Türk ihracatçıları, AB gibi pazarlarda rekabet dezavantajı yaşayabilir. Bu konu da ciddi bir sorun.

3. Tarım ve Kırsal Kesimde Belirsizlik

İklim Kanunu'nun tarımda getireceği yasaklar da bir başka sorun. "Gübre, ilaç ve su kullanımıyla ilgili kısıtlamalar olacak" diyorlar. Çiftçiler ise buna tepki gösteriyor: "Ama biz bu gübreyi dökmesek neyle gübreleyeceğiz?" Ve en kötüsü, küçük çiftçiler bu değişimle birlikte "yeni dünya düzeninde hayatta kalacak mı?" diye endişeleniyorlar. Sonuçta, belki de bu yeşil dönüşüm, tarlalarına hiç yağmur yağmaması demek. Kanun, tarımsal üretimde gübre, ilaç ve su kullanımıyla ilgili kısıtlamalar getirebilir. Kırsaldaki çiftçiler, geçim kaynaklarının risk altına gireceğinden ve gerekli destek verilmeden dönüşüm isteneceğinden endişe duyuyor. Tarımda karbon ayak izinin ölçülmesi ve kotalar gibi uygulamaların, küçük çiftçiyi mağdur edebileceği düşünülüyor. Haksız da değiller.

4. Geçiş Sürecinin Net Olmaması

Yasada “geçiş planı” falan var ama o kadar belirsiz ki, kimse tam olarak ne olacağını bilmiyor. “Yeşil dönüşüm”ün adım adım nasıl işleyeceği, kimin parasını ödeyeceği, desteklerin nasıl sağlanacağı hakkında yeterli bilgi yok. Bu da insanlara “Bize ek yük getirecek, başka bir şey yok” dedirtiyor. Yani halk, “Yeşil dönüşüm yapacağız ama fatura bizim cebimize mi yıkılacak?” diye endişeleniyor. Yasada öngörülen geçiş planı, finansman kaynağı, destek mekanizmaları gibi konular yeterince somut değil. Bazı uzmanlar bu nedenle “yasa iyi niyetli ama hazırlıksız” yorumunda bulunuyor. Mevcut durum, “yük sadece vatandaşa ve üreticiye binecek” endişesini artırıyor.

5. Fosil Yakıt ve Enerji Lobileri

Türkiye hâlâ doğalgaz ve kömür bağımlısı. Şimdi bunlardan uzaklaşıp “temiz enerjiye” geçeceğiz. Tamam da... Rüzgârgülü dikmek kolay iş değil. O güneş paneli de sabah kahvaltısında omlet siparişi gibi gelmiyor. Güneş paneli, rüzgâr türbini, elektrikli araba pili... Maalesef çoğu ithal. Yani çevreyi kurtarırken bir yandan da başka ülkelere “yeşil bağımlı” hale gelebiliriz. Sonuç? “Yerli ve milli güneş” bile olsa, paneli ithal! Bu geçişte elektrik faturaları da “karbon ayak izimizi” değil, banka hesabımızı sarsabilir. Türkiye halen kömür ve doğal gaz ağırlıklı bir enerji sistemine sahip. Bu sektörlerle bağlantılı şirketler ve lobiler, Yani fosil yakıt lobileri, İklim Kanunu’nu kendi faaliyetlerine doğrudan tehdit olarak görüyor ve arka planda karşı kampanya yürütüyor. İklim Kanunu devreye girince bu sektördeki büyük şirketler “Bize ne olacak?” diye soruyor. Kısacası, yeşil dönüşüm isteyenler, "Fosil yakıt şirketleri tedirgin, biz de tedirginiz" diyor. Yeşil teknolojiler (güneş panelleri, elektrikli araç pilleri, karbon yakalama sistemleri) büyük ölçüde yurt dışından tedarik ediliyor. Türkiye bu teknolojilere aşırı bağımlı hale gelebilir; stratejik dışa bağımlılık artabilir. Bu bağımlılığı engelleyici tedbirler almadan bağımlı olmaya soyunmayı anlamış değilim.

6. Adil Geçiş Kapsamında Sosyal Koruma Eksikliği

Bir kömür madeninin kapandığını düşünün. Çevre kurtuldu, ne güzel. Ama orada çalışan 300-500 kişi ne olacak? "Adil geçiş" diyorlar, ama bazen geçişler ne yazık ki adil olmuyor. Özellikle de geçimini madenle sağlayan ilçeler, köyler için. Herkes diyor ki, "Adil geçiş yapılacak, işçiye destek verilecek, eğitim verilecek." Ama hala bir çözüm yok. İnsanlar şüpheyle bakıyor: “Hadi canım, bize işçi sendikası kuracak mısınız? Destekleri hangi cüzdan ödeyecek?” Eğer bu dönüşüm gerçekten halkın sırtına yıkılacaksa, işler karışabilir. İklim politikalarında önemli olan “adil geçiş” ilkesi (yani işsiz kalacak işçilere destek, eğitim, yeniden istihdam gibi çözümler) Türkiye'de henüz yasada yeterince tanımlanmadı. Bu da özellikle işçi sendikaları ve sosyal demokrat çevrelerde “halkın sırtına yıkılacak bir dönüşüm” algısı yaratıyor.

7. Bürokratik Yük ve Yasal Zorluklar

 Kâğıt Yığınları, Form Deryaları

Yeni sistemler kurulacak, her şey kayıt altında olacak. Şeffaflık güzel ama küçük işletmelere “excel dosyasını açmak” bile zor geldiği bir dünyada bu işler biraz karışık olabilir. Belediye memuru Hasan Bey sabah çayını içemeden karbon emisyonu raporu hazırlamaya başlarsa, işler sarpa sarabilir. Yeni sistemlerin (Emisyon Ticaret Sistemi gibi) kurulması, firmalara raporlama ve uyum yükümlülükleri getirecektir. Özellikle altyapısı yetersiz belediyeler ve küçük işletmeler için bu yükler uygulanabilirlik sorunlarına neden olabilir. Özetle: yani lafı çok gevelemeden Türkiye’de İklim Kanunu’na karşı çıkan kesimlerin başlıca haklı gerekçeleri şunlardır:

Sanayi ve tarım sektörlerinin ekonomik kaygıları

Dış baskı ve ulusal egemenlik endişesi

Yasa ve uygulama araçlarının belirsizliği

Adil geçiş mekanizmalarının eksikliği

Fosil yakıt lobilerinin direnci

Geçiş sürecinin belirsizliği var.

Sonuç olarak:

Kanun AB ile uyum, Yeşil Mutabakat ve Paris İklim Anlaşması gibi unsurlarla bağlantılı olduğu için, bazı çevrelerde bu durum “emperyalizme boyun eğmek”, “yeşil sömürge” söylemleriyle karşılanabiliyor. Bu görüşler hem sağdan hem soldan gelebiliyor, ancak bazen içerik tartışmasından çok kiminle iş birliği yapıldığına odaklanıyor. Evet, bazı kesimlerin muhalefeti içerikten çok siyasi pozisyon kaynaklıdır. Ancak şunu da unutmamak gerekir; gerçek, teknik ve yapıcı eleştiriler de vardır ve bu eleştirilere Hükümet tarafından net ve samimi cevaplar beklenmektedir. Yasanın eksiklikleri ve muğlak noktaları, sadece “muhalefet olsun diye” değil, gerçek kaygılarla da gündeme getirilmektedir. İklim Kanunu iyi niyetli, vizyoner bir adım olabilir, ama uygulamada “ne şiş yansın ne kebap” diyorsak, iyi bir planlama şart. Kırılgan bir ekonomimiz ve kırılgan bir durumumuz var, bu yüzden modaya kendi değer ve gerçeklerimizle uyum sağlayalım önce kendi vatanımız ve toprağımız diyerek yasayı uyumlu hale getirmek zorundayız. Yoksa çevreyi koruyalım derken ekonomiyi, sosyal düzeni ve enerji güvenliğini bir güzel ‘karbonize’ edebiliriz.