Başlığa bakıp şaşırabilirsiniz! Günümüzde böyle bir soru sormak, abesle iştigal olabilir elbette. Ancak geçmişte bu sorunun sorulduğunu hatta ka

Başlığa bakıp şaşırabilirsiniz! Günümüzde böyle bir soru sormak, abesle iştigal olabilir elbette. Ancak geçmişte bu sorunun sorulduğunu hatta kahve üzerine uzun uzun tartışmalar yapıldığını tarihi vesikalar ortaya koymaktadır.
Bir zamanlar Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu doğu medeniyeti, batıdaki ülkeleri imrendirecek kadar zengindi. Batılılar için doğu, sokaklarından adeta bal akan bir tür masallar şehriydi. Lüks hayat, refah, şatafat ve debdebe adına ne varsa hepsi doğuda vardı ve fakir batı, her şeyiyle doğuya muhtaçtı. Doğunun sayılamayacak kadar çok yiyecek ve içeceği vardı ve kahve de bu ürünlerinden sadece bir tanesiydi.
İlk olarak Habeşistan’da yiyecek olarak ortaya çıkan kahve, daha sonra içecek olarak da tüketilmeye başlandı. Zamanla geniş coğrafyalara yayılan kahvenin Osmanlı’da yaygınlaşması, hiç de kolay olmadı. Çünkü kahve konusunda ulema ikiye bölünmüştü. Kimine göre helalken kimine göre ise haramdı.
Osmanlı tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Ebussuud Efendiye göre kahve, günahkârların içeceği idi ve bu nedenle haramdı. Ebussuud Efendi bu fetvayı verirken, kahveden ziyade kahvehaneleri dikkate aldığı görülmektedir. Çünkü ona göre, kahvehanelerde toplanan insanlar sarhoşluk veren şurup ve kahve içmekte, ardından tavla ve satranç oynayarak kıymetli vakitlerini boşa harcamakta, yetmezmiş gibi namazlarını da aksatmaktaydılar.
1633 yılında Cibali’de başlayan ve şehrin önemli bir kısmının kül olmasına neden olan yangının, kahvehanelerde tütün içenler yüzünden çıktığı anlaşılınca kahve ve tütünün ‘bid’at-ı seyyie’ yani dinde yeri olmayan kötü yeniliklerden olduğuna dair Şeyhülislam Hüseyin Efendi’den fetva alınmış ve bu fetva bağlamında Osmanlı şehirlerinde bulunan tüm kahvehaneler kapatılmıştı.
Bu kapatmalar üzerinde Padişah IV. Murat ciddiyetle durmuş, uygulamaların bizzat takipçisi olmuştu. Padişahın hassasiyetiyle birlikte yasak gevşetilmeden uygulanmış, örneğin sadece Eyüp’te 120 civarındaki kahve dükkânı tamamen yıktırılmıştı. Ancak yasağı onaylamayan Solakzade ve Kâtip Çelebi gibi kimi bilginler de bulunmaktaydı. Bu yüzden IV. Mehmet’in saltanatıyla birlikte kahvehane yasağı kaldırılmıştır.
Osmanlı’da önemli bir mevkiye sahip tasavvuf ehli ise kahveyi caiz gördüğü gibi onu çok özel bir yere oturtmuştur. Onlara göre bu içecek, bedeni dinç tuttuğundan daha rahat ibadet edilmesine ve zikir yapılmasına olanak sunuyordu. Tasavvuf ehlinin kahveyi faydalı bir içecek olarak görmesiyle kahvenin talihi açılacak ve kahve Osmanlı toplumunda kısa süre içerisinde yaygınlaşacaktır.
Kahve Osmanlı’da olduğu gibi Avrupa’da da şüphe ile karşılanır. Kahve ile tanışan Avrupalılar da tıpkı Osmanlılar gibi ikiye bölünürler. Fincanlarda içilen bu ‘kara ve acı içecek’ kimilerine göre faydalıyken kimilerine göre de zararlıydı.
Zararlı olduğunu savunanlar; kahvenin cinsel gücü zayıflattığına inanıyorlardı. Hatta daha da ileri giderek iç organlara zarar verdiğini iddia ediyorlardı. Bu gruba göre, zevk veren bu içecekten Avrupalılar mutlak surette uzak durmalıydılar. Çünkü zevk ve sefa nasıl Roma İmparatorluğu’nun sonunu getirmişse zevk ve sefasına düşkün olmaya başlayan ve bu düşkünlükle kahve içen Osmanlı da benzer bir akıbete uğrayacaktı.
Kahve üzerinde tartışmalar uzayıp gitse de bu büyülü içecek, kısa süre içerisinde kendisini Avrupa’ya da kabul ettirir. Başlangıçtaki olumsuz düşünceler çabucak izale olur ve kahve, sıra dışı tadının yanı sıra sohbetlerin, tartışmaların, ilmi münakaşaların biricik aracı haline gelir ve bu yönüyle her evin mutfağının olmazsa olmazları arasına girer…