Kovanağzı’na taşındığımız ilk yıllarda semtimizde bol miktarda at arabası vardı. Bir de pazarlarda sebzecilik yapan ve “Nurcu” namıyla bilinen Mustafa amcanın önden kasalı üç tekerlekli motoru vardı. Bunlardan başka arabanın gelip geçtiği pek olmazdı. Yan komşumuz Sait ağa at ahırını bizimle arasındaki daracık yere sığdırmıştı. Bizden birkaç yıl sonra Çayıbağlılar sökün edercesine Denizköy Sokak’a yerleşti. Mevlüt ağa, Arap Ali ağa namıyla bilinen Ali Özdemir, Seyit Mehmet ağa ile halk arasında “Sağır” diye bilinen Remzi ağaların da at arabası vardı. Çocukların en büyük eğlencelerinden biri de sabahları ya da akşam eve dönen bu at arabalarının arkasına asılarak beş on metre gidebilmekti. Bu elbette tehlikeliydi ama zevki de inkâr edilemezdi. Uslu gibi duran bazı çocuklar da arabacıya kıyak namına “Arkaya kamçı” diye bağırır; arada bir savrulan kamçıdan sakınmak isteyenler taze bedenlerini toprak ya da çakıllı yola bırakıverirdi. Tadını bilenler “Kamçının acısı değneğe benzemez” derlerdi!

Bir zaman sonra Denizköy Sokak’ta yeni bir komşumuz oldu. Kocası Avrupa’da çalışan Fadim abla kızları ve bize yaşıt oğlu Rahim ile mahallemize dâhil oldu. Rahim dediğime bakmayın; meğer nüfus kaydında ismi Ahmet imiş de karı kocanın arasında isim anlaşmazlığı varmış. Babası yokken Rahim olan bizim arkadaşın ismi Osman ağa izine geldiğinde Ahmet oluverirdi. Baktık ki kafalar karışıyor, adının yerine Akman deyip sorunu çözdük.

Osman ağa yıllık izinlerine açık mavi steyşın bir Ford ile gelirdi ve arabayı yer uçağı gibi kullanırdı! Sokaklardan rüzgâr gibi geçer, frene bastığı yerde de arabayı adeta mıhlardı. Dalağı dışında diye bilinen tiplerdendi ve gönlünden geçeni dilinden dökmeden duramazdı. Öfkesini bile neşeye tebdil edebilirdi. Belki de bundan olsa gerek “Deli Osman” namını almıştı.

Osman ağanın da Fadim ablanın da bana karşı özel sevgileri vardı. Akman’ın üst katında kiracı vasfıyla yedi yı kapı komşuluğu yaptıktan sonra Kumköprü’ye doğru yol aldığımızdan itibaren her görüşmemizde Osman ağa “Sen bura mahalleden gidecek adam değildin, kim canını sıktı, kim ne ettiyse bilemedim. Ah bir bilebilsem” diye hayıflanıp durdu.
Hem Avrupa’da çalışana olduğu gibi biz de Osman Ağa genel olarak “Almanyalı” derdik ama Avusturya’da çalışırdı. O yıllık tatilini tamam edip Viyana’ya döndüğü bir tarihte, sokağımıza Adolf Hitler’in hayalindekine benzer, biri erkek bizi kız iki sarışın genç geldi. Türkçe bildikleri tek kelime “Osman Akman” idi ve aksanları sebebiyle tam da telaffuz edemiyorlardı. Mütebessim misafirleri Fadim ablanın evine götürdükten sonra konu komşunun dilinde “Bu Alamanlar da niye gelmiş? Osman ağanın Alaman çocukları da mı varmış?” gibi sorular dolaşmaya başladı. Kocası Avrupa’da çalışıyor diye Fadim abla da Almanca bilecek değil ya; o da misafirleriyle bizim gibi Tarzanca usullerle anlaşabiliyordu ve ziyaretlerinin sebebini anlamakta zorlanıyordu.

Gehart ve Cristina’nın misafirlikleri uzadıkça lisanları Tarzanca’dan Türkçe’ye evrilmeye başladı. Önceleri “Guten Tag, Guten Morgen” sözcükleriyle selam verirken kırık lisanla “Selamün Aleyküm, günaydın, iyi akşamlar” demeyi öğrendiler. Bahçe ve ev işlerine yardım etmeyi, bu işler sırasında yerel kıyafet giymeyi de yadırgamadılar. Gehart çocuklarla oynamaya çok hevesliydi. Sokak futbolu oynarken önüne düşen topu havalandırıp defalarca ayağında sektirdiği ya da çelik çomak oynayan çocukları elinden değneği alıp çeliği savurmaya çalışırdı. Mahallemizde neon ışıklar, kafeler, Avrupai mekanlar yoktu ama onlar bizim aramızda mutlu görünüyorlardı.

Gehart ile Cristina bizden biri gibi olmuşlar ve çarşının yolunu da öğrenmişlerdi. Akman’ın çalıştığı elektrikçi dükkânına da gidip geliyorlardı ki Gehart zaten Elektrik Mühendisiymiş.
Bir gün Kovanağzı şaşırtıcı bir haberle çalkalandı. Gehart ve Cristina o gün okunan sabah ezanını huşu ile dinleyip Müslüman olmaya karar vermişler. Derhal İl Müftülüğüne götürüldüler ve Şehadet getirip bizim dinimize dâhil oldular. Birkaç gün sonra da Günaydın gibi ulusal gazetelerde Müftülükte çekilen fotoğrafın altında “Konya’ya gezmeye gelen Avusturyalı turistlerin  Kovanağzı’nda duydukları ezandan etkilenerek Müslüman oldukları” haberi yayımlandı. Cristina artık daha kapalı giyiniyor, başına tülbent bağlıyordu. Etrafını çeviren çocuklar “Gehart nasıl Müslüman oldun?” diye sorduklarında göğsünü işaret edip “Sabah ezan okunurken buradan bir kuş uçtu” diyordu. Kimi dalgacı çocuklar iğde dallarındaki serçeleri gösterip “Bunlar gibi mi?” diye soruyor o ise kuşu tarif etmekte zorlanıyor, “Masal gibi” diyordu. Gehart o günlerde sünnet de olmuştu ve çocuklar en çok “Acıdı mı acıdı mı?” diye sorarken sertçe ve gülerek “Nain nain!” diye karşılık veriyordu.
Aradan geçen zamanda Fadim abla meçhul misafirlerinin sırrına kısmen vakıf olmuştu ama kadınları inandırmak pek mümkün olmuyordu Gehart, Osman ağa ile aynı fabrikada çalışan arkadaşının oğlu, Critina’da onun evlilik kararı aldığı nişanlısıymış. Bu açıklamaya rağmen, “Tabi, hincik öyle olur” diye dudak bükenler de yok değildi!

Bu sıralarda mahallemize direkler dikilip teller çekilmiş ve elektrik gelmişti. Karaaliler Caddesinde bir komşumuz da televizyon satın almış, fakat anteni kurup televizyonu çalıştıramamış. Gehart bunu duyunca “O benim işim” deyip anteni dama bağlayıp televizyonu çalıştırıvermişti de “Aman ne yetenekli oğlanmış” diye epeyce övgü almıştı.
Viyana’nın şatafatına alışmış olan sarışın çift için Kovanağzı gibi ilkel mahalle sıkıcı olmalıydı ama onlar hiç de öyle görünmüyordu. Mahallenin asfaltsız, tozlu, çamur yollarında bizimle birlikte yürüyor, ahırlardan yükselen gübre kokularını bizimle birlikte soluyor ve hatta el arabasıyla fışkı taşıyıp Fadim abla ile birlikte tezek bile yapıyorlardı.
Bir gün öğleye doğru el ele tutuşup şehrin yolunu tutan Gehart ve Cristina akşam olup gün kararmaya başladığı halde dönmeyince Fadim abla telaşla yollara düştü. “Bunlar dil bilmez, yol bilmez Allah’ın garipleri, şaşıp düşüp nereye gittiler acaba?” diye epeyce arandı, yol gözledi ama nafile; gelen olmadı. Sadece Fadim abla değil, hepimiz meraklanmıştık ama bizim de pek yol bildiğimiz söylenemezdi; kaybolan turistler nasıl aranırdı ki?

Aradan yıllar geçti Osman Ağa açık mavi arabayı Viyana’da bırakıp Lacivert bir Fort’la dönüş yaptı. Mahalleli Gehart’ı da Cristina’yı da unutmuştu. Üstelik Fadim abla vefat etmiş, Osman Ağa oğlu Ahmet’in yanındaki evinde yalnız başınaydı. Kumköprü’den bayram ziyaretine gittiğimiz bir gün yine “Seni şu mahalleden kimse söküp atamazdı, ne oldu da koptun, uzaklara gittin, bir anlat hele” diye söze başladığı sırada lâfı ağzından alıp “Senin yıllar önce Avusturya’dan yolladığın sarışın turistler bir daha gelmez oldu, evlâtlıktan mı reddettin, öküz öldü de ortaklık mı bitti, sen onu anlat hele!” dedim. Bu sözlere epeyce gülüp “Ülen oğlum; sen hiçbir şeyi unutman mı? Ben Viyana’ya vardığımda Gehart dört beş yaşlarında çocuk idi, nasıl benim oğlum olsun? Babasıyla aynı fabrikada çalışırdık. Gehart kaza yaptı, mahkemesi de devam ediyordu. Kız da onun nişanlısıydı. Babası “Türkiye’ye gitsinler de tatil yapsınlar, çocuk kazanın tesirinden kurtulsun” dedi. Ben de “Bizim eve gitsinler diye Konya’ya yolladım” dedi.

Meğer ölümle sonuçlanan o kazadan ötürü mahkeme Gehart’a hapis cezası vermiş ve hakkında İnterpol tarafından kırmızı bülten çıkarılmış da Konya’da çarşı caddelerinde gezerken polis kontrolünde yakalanıp Avusturya’ya iade edilmişler.