Üç aylar yaklaşırken çocuklarda şivlilik ve fener alayı heyecanı yükselir, büyükler kapılarına gelen çocukları hangi ikramlarla sevindireceğinin telaşına düşerdi. Marketlerin, bırakın hayatımıza girmeyi lügatlarımızda olmadığı o dönemlerde Aziziye civarındaki dükkânlarda sarı ve beyaz leblebi, şekerli leblebi, fıstık, kuru üzüm, finger bisküvi, lokum, kiloluk kutularla gofret satılır, ekonomisi iyi durumda olanlar Eti Puf alıp dağıtırdı. Bir de halk arasında “sorma şeker” lakabıyla anılan akide şekeri ile bazılarının “peynir şekeri” adını verdiği beyaz renkli, yumuşak Mevlânâ Şekeri vardı. Yumuşak dediğime bakmayın, bayatladığında akide şekerine taş çıkarırdı! Jan janlı ambalajlara sarılmış envai çeşit çikolatalar, gofretler ve dahi şekerlemeler üretmek kimsenin aklına gelmemiş olmalıydı!

Henüz poşet diye bir ürünü de tanımadığımız o yıllarda sabah erken uyanan çocuklar diğerlerini çağırarak günün startını verirdi. Kimi elinde allı yeşilli pazar torbasıyla, kimi çuvaldan bozma keseyle yollar düşer, kapı kapı dolaşırken “şivlilik” nidaları gönüllere dokunarak göklere yükselirdi. Çocuklardaki heyecana ortak olan kadınlar helkelerine, leğenlerine yahut torbalarına doldurdukları ikramlıklarıyla kapı önlerine oturup şivlilikçi çocuk yolu gözlerdi. Mani türünde tekerlemeler de dillerde eksik olmazdı. “Şivli şivlii şişirdik” diye başlayan tekerlemenin devamını grubun manici başı ortama göre uydurur, bazen keloğlanı pişirir, bazen çörek börek yaptırırdı!

Her çocuğun çantasına bir avuç leblebi, fıstık, üzüm, şeker konur ve hepsi harman olduğundan, tatlı ve tuzluların aromatik kıvamları birbirine karışırdı. Mevsimine göre elma, armut, ayva gibi meyve dağıtanda olurdu tabi. Fakat kimse torbasına ambalajsız gofret koyulmasından hoşnut olmazdı. “Çocuktan al” deyimşnden hareketle; herkes birbirine hangi evde ne dağıtıldığının bilgisini verir, rotalar bu bilgilere göre şekillenirdi.

İşte öyle bir şivlilik günü Biga Sokak ve Denizköy ahalisinden İbrem (İbrahim), Mürüt (Hüsrev), Sülü (Süleyman), Halloş (Halil) Mehmet Kaya, Şenol (Fehmi), Cıgarcı Ali ve dahi başka arkadaşlardan müteşekkil kafileyle yola revan olduk. Her girdiğimiz sokakta sayımız arttı. Yakın komşuları gezdikten sonra halkayı genişletip Selbasan, Fenerciler, Hasırcılar, Aşağı Kovanağzı, Uzunharmanlar, Kalfalar derken kendimizi uçak pistini andıran asfalt bir yolda bulduk. Şehir bitmiş gibiydi ama şivlilik bitmemişti! Burası çevre yoluydu ve atlayıp, başağa durmuş ekinlerin arasından geçerek, ufukta damları görünen evlere doğru yürüdük.

Acıkan çantasından besleniyordu. Bir tarla kıyısında, ırmağa salınmış sulama suyunun cazibesine kapılanlar yüz üstü yere uzanıp ağızlarını suya dayadığında Süleyman’ın, hayvanlarını sulayan çoban edasıyla ıslık çalması çocuksu şakalaşmaların bir numunesiydi.

Geldiğimiz bu mahalle çok ıssız ve pek bir hareketsizi köy gibi bir yerdi. Büyük tarlaların içindeki evler birbirinden pek aralıklıydı ve bizim oralardaki gibi sokaklarında elleri torbalı çocuklar dolaşmıyordu. İçimizden biri, “Bunların şivlilikten haberi yok ellam” dediğinde öteki, “Haber ideriz, garam” diyerek dayılanıyordu. Derken bir kadın, yolcusunu bekleyen bir edayla, “Vili… Gelivirin hay guzular, bizim şivliliğimiz durup duru” diye seslendi ve herkesin torbasına ikişer hapas yani, ikişer avuç üzüm koydu. Meğer oralarda az çocuk varmış da sabah erkenden şivlilik gezmesini tamamlayıp ortalıktan çekilmişler.

Kapısına yaklaşığımız beli bükülmüş bir kadın biz varmadan, “Bekleyin de getireyim” diyerek evine girdikten sonra elinde yumurta dolu bir sepetle çıkıp geldi. Her birimizin torbasına birer yumurta bırakırken, “Ananız pişirsin de yiyin. Biz bu sene nohutu az almışıyız da erkenden bitivirdi” diyerek durumunu ve duygularını arz ediyordu. Kimi “kırılıp diğerlerini de “müzmal” edeceği endişesiyle, kimi de gariban kadının kendi yiyeceğini veriyor olması hissiyle yumurta almayı reddetmeye çalıştı tabi ama o, “Var kuzum, daha çok var, bana da yiter, sizden sonra gelen olursa onlara da yiter” diyerek herkesi ikna etti.

Şimdi daha dikkatli olup, çantaları savurmadan ve bir yerlere çarpmadan yürümeliydik. Zira fincancı katırları misali, hassas yük taşıyorduk. Hafazanallah, yumurta kırılırsa, gün boyu bin bir zahmetle topladığımız nevale ziyan olup giderdi.

Bir evin önünde cıgarasını tellendirerek volta atan uzun boylu esmer ve pala bıyıklı adam ürkütücü önce göründü önce ama yaklaştıkça yüreği yüzüne vurdu. “Gelin bakalım delikanlılar” diyerek cebinden çıkardığı parayı bize uzatınca işin rengi değişti. “Amca, biz para almaya değil, şivlilik toplamaya geldik. Şivlilik yoksa paraya lüzum yok” diyerek reddettik tabi ama o, “Şivliliğin ille leblebi, üzüm mü olması lâzım? Ben bu sene gelenlere para viriyom. Gidin gönlünüz ne isterse bakkaldan onu alın” diyerek bizi ikna etmeye çalıştı. Sonra içimizden birini “emin kişi” seçip, “Sen hesapla, kaç kişiyseniz arkadaşlarına taksim” et diyerek kocaman bir para verdi. Adam, “Buralar köylük yer. Tarlada çalışacağım diye şivlilik almayı unuduvurmussum. Bak, siz te nirelerden yorulup buralara geldiniz. Acıktıysanız, yingeniz hemen bi sufra (sofra) hazırlasın” diyerek ikamın seviyesini yükseltti ama biz nazik çocuklardık, teklifi usulünce reddettik.

Şimdi yeni rota belirlemeliydik ve en iyi yöntem bu iyi niyetli adamdan yol sormaktı. “Hasanköy’ün sonundasınız. Bundan sonra Evdireşe’ye varırsınız ama Yassı (Yatsı) Ezenlerine (Ezan) Kovanağzı’na anca dönersiniz. O yana gitmeyin” diyerek akıl verdi.

Aynı yaş grubundan bir müfreze çocuk o yıllarda Konya’nın son kapısında kadar şivlilik uğruna böyle gider gelirdik de büyüdüğümüz zamanlarda apartman çocuklarının, analarının yedeğinde şivlilik gezmesi yapacağını hayal edemezdik!

Galiba, sözlerini Murathan Mungan’ın yazdığı o şarkıdaki gibi;

“Biz büyüdük ve kirlendi dünya.”