Bizim çocukluk yıllarımızda teknoloji mahsulü oyuncaklar yoktu. Bilgisayar nedir bilmez, atari diye bir kelimeden habersizdik. İçine çamur doldurduğumuz gazoz kapaklarını bowling lobutları misali zımpara gibi yola dizip, yine içine çamur basılmış konserve şişesi kapaklarını da bowling topu yerine ellik olarak kullanır, belirlenen mesafeden yaptığımız atışlarla vurmaya çalışırdık. Bilyeyi de aynı usulle oynarken; toprak yoldaki engebeler sebebiyle “çölçöp” diye bir tabir üretmiştik. “Çölçöp” dediği zaman, atış yapacak oyuncunun bilyeler ya da gazoz kapaklarıyla arasındaki taş ya da odun kıymıkları gibi engeller kaldırılır, kaldırılamayacak bir tümsek varsa da mesafesini korumak kaydıyla oyuncuya yerini değiştirme hakkı verilirdi.

Uzuneşek, saklambaç, körebe, ebelemeci, yakan top, çelik çomak ve tabi ki futbol başlıca oyun çeşitlerimizdi. Basketboldan haberdar olduğumuz zaman eleği delinmiş kalbur kasnaklarını ve küçük bisiklet tekerlerini pota niyetine direğe ya da duvara çakıp kendi basketbol sahamızı ürettik. Herkesin bisikleti yoktu ve bunun yerine, sanayi artığı rulmanların teker olarak kullanıldığı bilyeli kaydırakları kendimiz yapardık. Nasıl mı?

İki tarafı oturma tahtasının eninden uzun, yuvarlak, keser sapını andıran bir ağaca rulman ortalanarak yerleştirilir, iki yanına ve üstüne de rulmandan bir iki santim uzun odun parçaları çakıldıktan sonra oturma tahtasına, ön tekerin sağa sola dönmesine imkân vermek için tek çivi ile sabitlenirdi. Sürücünün düşmemesi için de tahtanın arkasına iki rulman çakmak icap ederdi. Kimleri bilyelinin üzerine oturup iki yana uzattıkları ayaklarını, kimileri de göğüsleri üzerine uzanıp ayaklarını havaya kaldırıp denge sağlamak suretiyle ellerini iki yanda kayıkçı küreyi gibi kullanarak sokaklarda fink atardı. İtici arkadaşı olanlar şanslıydı ki, onlar bağdaş kurup oturur, arkadaşları sırtlarına yüklenerek hareket etmelerini sağlardı.

Üretkenliğimiz bununla da sınırlı değildi. Aynı metotla daha uzun ve geniş, kasalı bilyeli arabalar yapılır, göğüs hizasına gelen çapraz saplarıyla iteklenir, bilhassa mahalle çeşmelerinden su getirmek için, testi, güğüm taşımaya yarardı.

O yıllarda hava yolu ulaşımı gelişmemiş olmalıydı ki şehrin semalarında günde üç beş uçak ancak görülürdü. Bu demirden uçurtmalar çok ilgimizi çeker, onlara benzeyen uçurtmalar yapmaya da özenirdik. Öyle pazarda markette ve dahi oyuncak mağazalarında rengârenk uçurmalar satılmazdı çünkü. Hatta ne market ve de oyuncan center kelimeleri henüz lügatımıza girmiş de değildi.

Kovanağzı’nın bizim muhit çocuklarıyla bir gün uçurtma yapmaya karar verdik. Erzurumlu Süleyman evlerine gidip epeyce bir naylon, birkaç kamış ve koca bir rulo ip ile bıçak ve makas getirdi. Almanyalı Osman ağanın evinin karşısındaki koskoca tarlada üç beş ayrı grupta hummalı çalışma vardı. Kolay mı, demir kuşlarla yarışacak uçurtmalar imal ediyorduk!

Bizim grubun ustası Süleyman’dı. Gövdeyi oluşturacak naylonu bağlayacağı kamışların aynı kalınlık ve uzunlukta olmasına özen göstererek kesti ve çapraz açılarının aynı oranda olmasına da dikkat ederek bağladı. Kendi işini yaparken bir yandan da kuyruk naylonlarını kesenleri kontrol ediyor, her bir parçanın aynı genişlik ve uzunlukta olmasını istiyordu. Parçalar kuyruk ipine dizilirken de gelişigüzel değil milimetrik aralıklarla bağlanmasını isterken emir kipi kullanması iddialı bir uçurtma imal etmekte olduğumuzun işaretiydi.

İşini bizden önce bitirenler olmuş, bazıları uçurtmayı rüzgâra vermişti bile. Arada bir başını gökyüzüne çeviren Süleyman kavak boylarına varan uçurtmalara bakıp “Bulutlara varmayan uçurtmayı ne edeyim? Serçe gibi alçaktan uçacak uçurtmaya emek mi verilir. Hele bizim uçurtma kartal gibi havalansın da o zaman görürüz!” diyordu. Naylonları dizilen kuyruk ana gövdeye bağlanınca bizim uçurtma da hazır oldu. Yere sülün gibi serildiğinde sadece biz değil herkes merak içindeydi. Kuleden uçuş izni isteyen pilot edasıyla “Havalanıyoruz” diye bağırdı. O ipi ağır ağır salarak önden, bir başkası da uçurtmayı baş hizasında yukarı doğru kaldırarak arkasından koşuyordu. Süleyman “Sall!” diye ünlediğinde uçurtma bir kuş gibi havalandı. Uçurtma ağırlık verdikçe Süleyman ipi kontrollü şekilde salıyor, her geçen saniye daha yükseğe çıkıyordu. Tarladaki bütün uçurtmalar yere indirilmiş, çevre semtlerin çocukları dahi etrafımıza doluşmuştu. Resmen olmasa da uçurtma şenliği yapıyorduk ve günün şampiyonu bizdik. İp rulosunun yarıdan fazlası göklere salınmış, uçurtmamız mavi gökyüzüne serpilmiş bulutların arasında adeta raks edercesine geziniyordu.

Uçurtmamız, gökyüzünü mekân edinen kuşların hepsinden daha yukarıda görünüyordu. Meraklı çocukların “Nasıl yaptınız?” sorusuna bilimsel bir cevabımız yoksa da matraklık sayılabilecek epeyce şeyler söyledik.

Bu sırada uzaklarda ama epeyce yüksekte bir uçak belirince çocuklar heyecan yükseldi. “Uçak mı daha yukarıda uçuyor yoksa uçurtma mı?” sorusuna karşı herkes tahmin yürütürken heyecanın şekli değişti. Zira uçak uçurmanın bulunduğu istikamete doğru yaklaşıyordu. Kimi çocuklar pilota ”Dümeni çevir” diye bağırıyor, kimi Süleyman’ı, uçurtmayı başka yöne çekmesi için uyarıyordu.

Uçak geçip gittiğinde çarpışma heyecanı yatışmıştı. Bu arada Süleyman uçurtmaya ip vermeye devam ediyordu. Bir ara “İp serleşti, yukarıda çok rüzgâr var” deyip makarayı yere attı ve ipin gidişini hızlandırdı. Neredeyse görünmeyecek kadar küçülmüştü ki Süleyman “Leen!” diyerek haykırdı. Çocuklar “Ne oldu, ne oldu?” diyerek yanına koşuştuğunda ruloyu sağa sola sallarken test yapar gibiydi. Fal taşı gibi açılan gözlerini deryada sürüklenircesine uzaklaşan uçurtmadan alamıyordu. “Uçurtma ip kopardı, kaçıyor” dedi.

Eyvah eyvah! Şimdi ne yapabilirdik?

Süleyman denizin üzerinde balık bekleyen boş misina gibi süzülerek dalgalanarak aşağı inen ipin rulosunu yere fırlatıp uçurtmanın gittiği istikamete doğru koşarken arkasındakilere “Birisi ipi toplayıp sarsın” diye bağırdı. Bu görev en arkada kalana düşüyordu.

Önde Süleyman,  ardında İbrahim, Hüsrev, Halil, Fehmi, Mehmet Kaya ve daha pek çok arkadaşla kâh boş tarlalardan, kâh ekinler arasından; uçurtmayı gözden kaybetmemeye çalışarak koşturuyorduk. Toprak yollar bitmiş, asfalta çıkmıştık. Burası çevre yoluydu ve karşımız büsbütün ekin doluydu. Uçurtmamız bizden uzaklaşırken irtifa da kaybediyordu. Ekili yerlere zar vermemeye gayret ederek tarla aralarından nefes nefese geçtiğimiz yerler ürperticiydi.

Sanki şehir arkamızda kalmış da çok uzaklara varmış gibiydik. Artık uçurtmamız da iyice alçağa inmiş, konacak yer arıyordu. Bu sırada başka çocukların da uçurtmaya doğru koştuklarını fark ettik ve onlardan önce yetişmek için hızımızı artırırdık. Demek ki buraya yakın yerlerde başka mahalleler de vardı.

Ekin tarlalarına iniş yapan uçurtmaya üç beş başka mahalle çocuğu bizden önce varmıştı ama biz hem kalabalık hem de hak sahibiydik. Süleyman, gövde naylonu yırtık uçurtmayı bir yaralı kuşu kucaklar gibi alıp “Ah be güzel uçurtmam, ne oldu sana böyle?” diye söylenince her kafadan bir farklı ses yükseldi.

-Yanından uçak geçtiydi, kanadına çarpıp yırtmıştır.

-Yok leen, uçağın burnu sivri olur ya, o delmiştir.

-Olumm! Kuş sürüsü geçti görmedin mi? Onlar gagalamıştır.

Derken birisi günün sorusunu patlatıverdi:

-Uçurtmaya uçak çarptıysa niye düşmedi?

-Aslanım, uçak demirden yapılır. Bak, uçurtmayı düşürdü.

Süleyman muhabbetten pek memnundu; “Ortağım hadi gidelim, bunlar şimdi ‘Trafik kazası var’ diye polis de çağırmaya kalkarlar!”

Biz operasyondan dönen müfreze misali Kovanağzı’nın yolunu tutarken Süleyman bir şey unutmuş gibi geriye dönüp öteki çocuklara seslendi, “Len çocuklar, buranın adı ne?”

-Hasanköy abi, şu yol da Evreşe’ye gider.

“Anovvv!” dedi birisi, “Az daha kaybolacamıssık be… Tee köylere gelmissik!”

Bizim grupta halen uçurtmanın nasıl yaralandığını merak edenler vardı. Oysa yükseklerde rüzgârın sert estiğini öğreneli çok geçmemişti.

Süleyman o uçurtmayı evlerinin dış duvarına tablo gibi asıp epey bir zaman sergilemişti. Ertesi gün, çantalarımızın bir kenarına, bizim fıçça, şehirli çocukların topaç dediği oyuncakları zula edip okul yoluna koyulduğumuzda başka semtlerden gelenlerin de bizim muhitten yükselen uçurtmayı merak ettiklerine şahit oluyorduk. Büyüklerden biri “Hanginiz yaptı o uçurtmayı?” diye sorunca Süleyman’ı gösterdik. Bu defa “Aferin, okursan sen iyi bir mühendis olursun” diye yol gösterdi.

Süleyman mı? Hayır, mühendis olmadı. O İstanbul’a yerleşeli kırk yılı geçti ve hiç de yolumuz kesişmedi.