Kovanağzı’nın en uzun ve en kalabalık sokaklarından biri olan Denizköy’de Konya’nın pek çok köyünden gelenlerle birlikte Erzurumlu komşularımız da vardı. Mahallenin kıdemlilerinden Ramis ve Sabri amcanın, sokağın sonunda karşılıklı evleri bulunan komşularımızdı. Sonraki yıllarda Abdullah amca ve kardeşi Talat ağabey de iyi ki Kovanağzılı olmayı seçip bizimle komşuluk ettiler. Yıllar bir birini kovaladıkça boş arsalar doluyor, yeni komşular ediniyorduk. Bunlardan biri de Sabri amcanın kardeşi Muhsine abla ile kocası Necmettin amcaydı. Denizköy’ü ikiyi bölen Biga Sokak’ın öte yakasına, inşaatın her kademesinde ailece emek verip ter akıttıkları mütevazı evlerine taşındıklarında oğulları Ali Rıza, Bekir, Yusuf ve Celalettin’den başka bir de Necmettin amcanın kız kardeşi Şehriban vardı. Sonradan dünyaya gelen Servet genç yaşındayken ailenin ebedi yolculuğa ilk çıkan ilk ferdi oldu.

Necmettin amca celadet sahibi bir insandı ve heybetinden mütevellit “Koca Kürt” diye anılırdı. Muhsine abla ise kocasının aksine sessiz sedasız ve her daim mütebessim olmaya gayret ederdi. Şehriban bambaşka bir insandı. Patlıcan moruna çalan ten rengini uzun burnu tamamlıyordu mesela. Megafonik bir ses tonu vardı ve hem şive farkından hem de hızlı konuştuğu için söylediklerini doğru anlayabilmek dikkat etmeyi gerektirirdi. Aklında noksanlık olsa da Şehriban, bilhassa edebi hususlarda çok intizamlıydı ve altı-yedi yaşlarındaki erkek çocukların yanından geçerken dahi, uzun burnunun hizasına kadar gelen başörtüsünü iyice çekerek yüzünü perdelerdi.

Yıllar akıp geçerken, karşılaştığımız zamanlarda o “namahrem” tedbirlerini alsa da biz selam verip hal hatır sormayı ihmal etmeyince aramızda bir miktar samimiyet de hâsıl oldu ve sessizce geçtiğimiz zamanlarda arkamızdan seslenip annemize selâm göndermeye başladı.

Akli melekeleri zayıf olan Şehriban, elinin boşluğundan olsa gerek, ağır işi varmışçasına Denizköy Sokak’ı günde en az on defa hızlı adımlarla arşınlayıp, Sabri amcalara gidip gelirdi. Annem birçok kişinin “aklı noksan” olarak gördüğü Şehriban’a zaman ayırmaktan gocunmaz, gönlünü hoş etmeye gayret gösterir, bahçenin bir köşesinde oturup sohbet ederlerdi.

Necmettin amca ve Muhsine ablanın zaman zaman Şehriban’ı kontrol etmekte naçar kaldıkları da olurdu. Kara kışın hüküm sürdüğü, tipinin Konya’yı bürüdüğü bir gün “Ben Elif kardeşime” gideceğim diye birkaç defa yeltense de salmamışlar ama akşam saatlerinde Muhsine ablanın mutfakta yemek yaptığı sırada fırsattan istifade edip kimseye belli etmeden yola revan olmuş. Bir zaman sonra Şehriban’ın yokluğunu fark eden aile gecenin ayazında, tipinin altında yollara düşüp Şehriban’ı aramaya koyulmuş. O yıllarda vasıta ne gezer? Şeker Murat’taki kardeşlerine yayan yapıldak giderler ama Şehriban oraya gelmemiştir!

Büyük bir telaşa kapılan aile büsbütün seferber olup gruplar haline ayrılarak aramaya devam eder. Mantıklı bir yorumlama yapıp Kovanağzı ile Şeker Murat aksında rastlamadıkları yitiklerinin şehrin öte yakasına gitmiş olabileceğine karar verip Uzunharmanlar, Kalfalar, Aymanas istikametine yoğunlaşırlar ve Sabri dayı ile Muhsine abla gecenin geç saatlerinde Şehriban’ı, Ekmekkoçu mahallesinde bir evin saçakları altında donmak üzereyken bulup getirirler.

Sokağın bir başka noksanı Ayış ile hiç geçinemeyen ve sıkça laf dalaşına giren Şehriban, bir akşam iş dönüşünde arkamdan “Hacı teyzeye selam söyle, ben Hacıya gidecem, hakkını helal etsin” diye seslendi.

Hac mevsimine daha çok vardı ve Şehriban’ın hacca gidecek olması ekonomik açıdan mümkün olmadığı için şaşırtıcıydı. Dönüp, Ne zaman gideceksin?” diye sorduğumda “Zamanı gelince” diye karşılık verdi. Bu defa “Benim annem hacı değil ki” deyince emin bir şekilde “O da gider, o da gider, zamanı gelince o da gider” dedi. Eve varıp anneme “Şehriban’ın sana selamı var, Hacca gidecekmiş” dediğimde yüzünde merhamet ve acıma hisleri dalgalandı. “AlIah’ın garibi; hangi parayla, nasıl gidecek? Keşke elinden tutan olsa da biri hayrına götürse dediğini” hatırlıyorum.

Şehriban’ın “Hacca gideceğim” sözü kısa zamanda halk arasında yayıldı. Ama hac, bir ekonomi ibadetiydi ve ailenin böyle bir yükümlülüğü söz konusu değildi. Mahallede hacı olmuş insan sayısı elle sayılabilecek seviyedeyken, bu yoklukta hacca gitmek aklı noksan Şehriban’a mı kalmıştı? Fakat Şehriban hacca gideceğinden o kadar emindi ki her karşılaştığı insanla helalleşiyor, çocuklara hacdan ne hediye istediklerini sormayı da ihmal etmiyordu. Elektronik oyuncakların henüz icat edilmediği o yılların en lüks hediyesi; sadece hacıların getirdiği, tetiğine basılınca namlu kısmında ışıklar yanıp sönen ve tetiğin döndürdüğü metal aksama yay vurmasıyla yapay kurşuni ses çıkaran yaldız renkli plastik tabancalardı. Çocuklar da Şehriban’dan “Hacı tabancası” isterlerdi de tabanca sözcüğünü duyduğunda yüzü buruşur, gözlerini korku bürür, “Aman onu istemeyin, o adamı öldürür. Ben size yağmurda tutulunca adamı ıslatmayan şeyden getireyim” derdi. Belki bin defa “Şemsiye” kelimesini duydu ama bir defa bile telaffuz etmeyip her seferinde ne getireceğini anlatmak için şemsiyenin görevini tarif edip; “Oyuncak tabanca adam öldürmez” diyenlere “Şeytan doldurur” diye karşılık verdi.

Şehriban’ın hac hayaline kimi güldü kimi dua etti. Ve nihayet Kurban Bayramı kapıyı çaldı. Kurbanlar kesildi, yeni elbiselerle bayram kutlamalarına gidildi, sokaklarda mantar tabancaları, topiller, kız kaçıranlar patlatılıdı, füzeler atıldı, çıtır pıtırlar taşlara sürtülüp kavlar cingi saçtı. Şehriban’da bizimleydi ve çocukların ateşli oyunlarına kızıp durdu. Hacca filan gittiği yoktu!

Bayram tatili bitip hayat normal akışına döndüğünde Şehriban bir müddet sokaklarda pek görünmedi. Bir gün o sarı boyalı evin kapısına Konya plakalı olmayan bir araba durmuş. Muhsine abla bahçeden “Yan komşuya mı, karşı komşuya mı geldiler?” diye bakınırken yolcuların kendisine doğru yürüdüklerini görünce “Buyurun, kimi ararsınız arasınız?” diye sormuş. Gelenler, aradıkları yeri bulduklarından emindir; “Şehriban hanıma geldik” diye karşılık verince iki şaşkınlığı birden yaşar kadıncağız. Birincisi; o güne değin kimse Şehriban’a ‘Hanım takısıyla’ hitap etmiştir. İkincisi; kim gelecektir ta başka şehirlerden bu garibin ziyaretine?

Muhsine ablanın aklı ermez bu işe ve “Biz de bir Şehriban var ama…” dediği sırada misafirlerden gelen açıklamayla beyni adeta dumura uğrar; “Biz onun hacı arkadaşlarıyız” derler zira. O ne diyeceğini bilememiş haldeyken, dışarıdaki hareketliliğin farkına varan Şehriban taşlığa çıkıp çitin arkasındaki misafirleri “Buyurun, hoş geldiniz” diyerek eve davet eder.

Muhsine abla meçhul misafirlerin ikramlarını hazırlarken yaşadıklarına bir anlam veremez haldedir. Üstelik Şehriban, belki de hiç olmadığı kadar sakin ve ağır başlı şekilde, az ama öz konuşmaktadır. Vakit tamam olup misafirler müsaade istediğinde de râfıklarını arabalarına kadar uğurlayıp kucaklaşarak ayrılırlar. Şimdi işin aslını öğrenme zamandır ama Şehriban anlatmamakta kararlıdır, mümkün olduğunca kelam etmeden geçiştirir soruları.

Şehiban’ı arabanın başında misafir uğurlarken görenlerin sorması üzerine Muhsine abla “Şehriban’ın hacı arkadaşlarıymış” deyince sarı evdeki sırlı durum aynı gün bütün muhite yayıldı. Gazeteden çıkıp eve döndüğümde annem de o şaşkınlığı üzerinden atamamış haldeydi. “Şehriban hacıya gideceğim deyip dururdu ya? Bugün filanca şehirden,  ‘Biz Şehriban’ın hacı arkadaşıyız’ diye bir araba dolusu adam çıkıp gelmiş” dedi. Biz hayretimizi serdederken babam “Hal ehlini bilemezsiniz. Sizin deli, aklı kıt zannettikleriniz velidir de farkına varmazsınız” dedi. Bir kaç gün sonra Şehriban kadim dostu mesabesindeki annemi ziyarete geldiğinde hac yolculuğunun sırrını; “Aksakallı, başında hocaların taktığı şapkadan, sırtında onlarınki gibi cübbe olan bir dede gelip ‘Haydi ben seni hacca götüreceğim’ deyip elimden tuttu, uçtuk gittik” diye anlatmış.

Bu hadiseden sonra, Şehriban sokakta görünmez, sesi duyulmaz oldu. Çıktığı zamanda eskisi gibi yüksek sesle bağırmadan, daha vakur davranırdı. Bir zaman sonra hastalandığı duyulduktan sonra sıcak bir Ağustos günü elli yaşında ruhu dünyadan hicret etti; Musalla Mezarlığına defnedildi.

Annem mi? Şehriban’ın vefatından beş-altı yıl sonra üst üste iki defa, hem de üç aylık olarak hac farizasını eda etme sevincini yaşadı.