Futbol oynamak için muhitimizde semt sahası yoktu ama bu durum, radyolarda dinlediğimiz maçlardan, gazetelerde gördüğümüz fotoğraflardan isimlerini belleyip yeteneğine hayran olduğumuz meşhur futbolculara öykünmemize engel değildi. Bu sebeple hayallerinde Maradona, Rummenige, Gullit, Van Basten ve hatta Schummacher olanlar da vardı.

Şahin Gençlik bir gayri federe semt takımı olsa da hafta sonunda oynayacağı maçlara hafta içi düzenli antrenmanlar yaparak hazırlanıyordu. Balaban Caddesine nazır büyük tarlanın sahibi yıllardır ortalıkta yoktu ve burayı saha olarak düzenleyebilirsek epeyce işimizi görürdü. Akman Ahmet greyder işini çözüp zemini düzelttirdikten sonra Beden Terbiyesi ve Spor İl Müdürlüğü Şube Müdürü Muzaffer Tulukcu’ya giderek durumu anlattım ve saha çizmek için kireç tozu istedim. Girişimimizden memnuniyet duymuştu. Kale direği ve file ihtiyacımız olup olmadığını da sordu. Taşlardan kale yapacağımızı söyleyince gülümseyip, “Sen adresi ver, ben yarın oranın çizgilerini yaptırıp, kalelerini diktireyim” dedi. Bu, nizami bir sahaya kavuşmamız demekti. Ertesi gün antrenman için vardığımızda soyunma odaları hariç, fileden korner direğine kadar her şey tamamdı. Artık kendimizi büyük bir takım olarak görebiliyorduk.

Oynadığımız maçlarda yetersiz yönlerimizi de görüp giderebilmenin yollarını ararken kurallarımıza uymayacak kimseleri bünyemize dâhil etmemekte kararlıydık. Aramıza ilk katılan, Ayhan’ın yakın arkadaşı Yakup Küçükgöçer ve kardeşi Ali oldu. Kumköprü’den gelen iki kardeş hem futbol kabiliyetleri hem de ağabey kardeş münasebetleriyle örnek şahsiyetlerdi. Daha sonra Yufkacılar’dan Bekir bizde oynamak istediğini söyledi. Böylece santrfor sorununu da çözmüş olduk. Bizim gazetenin matbaa bölümünde çalışan ve Yaylapınar’da oturan iki amca çocuğu Mustafa ve Ramazan Sağlam mahalle takımı olarak kurduğumuz nizamdan etkilenip bize katılmak isteyince, semt takımı vasfımızdan ödün vermek pahasına onları da aramıza aldık. Artık parasız da olsa transferler yapıyorduk. Bu geçiş sırasında Yaylapınar’dan maç teklifi aldık da asıl niyetleri meydan okumakmış! Teklifi kabul ettik ama bizim sahamızda oynamak istemeyince Saraçoğlu’nda karar kıldık. O sıralarda Kovanağzı’na dolmuş seferleri de ihdas edilmişti. Rahmetli Selim ile bizi maça getirip götürmesi konusunda anlaştık.

Uçsuz bucaksız Saraçoğlu kırında o gün birçok semt takımının maçı vardı. Bizimkiler günlük kıyafetlerini çıkarıp kırmızı beyaz formaları giyince ortalık ay gibi parladı, bütün gözler üzerimize çevrildi. Formayı ucundan tutup ovalayarak, “Essah forma mı bu?” diye soranlar bile oluyordu. Görüntümüz muazzamdı fakat yenilirsek fiyakamız bozulurdu. Nitekim oralarda dolanan biri,” Asbap değil, adam oynar” diyerek yanımızdan geçti. Esvaba “asbap” diyen bu adam, sinir bozucu olsa da doğru söylüyordu.

Isınma hareketleri sırasında beklemediğimiz bir gelişme oldu. “Top kaçtı” bahanesiyle sık sık bizim sahaya giren karşı takım oyuncuları Ramo ve Mustafa’ya sözlü tacizlerde buluyordu. Mustafa, morali bozuk bir şekilde saha kenarına gelip mahalle arkadaşlarının tavrını anlatınca Ramazan’ı ve Kaptan Akman’ı da çağırıp durumu değerlendirdik. Arkadaşlarının bir başka mahalle formasını giymesine tahammül edemeyenlerin daha fena fiiller yapmasını engellemek için, Mustafa ve Ramazan’a, eski takımlarına dönmelerini ciddiyetle teklif ettik. Mustafa buna razı olup formayı çıkararak Yaylapınar takımına dâhil oldu ama Ramazan, “İlla oturduğum mahallenin takımında oynamak zorunda değilim. Ben bu takımı daha çok seviyorum” diyerek bizde kalmayı tercih etti.

Bizim maç başladığında diğer takımlara olan ilgi bitti, bütün seyirciler etrafımıza toplandı. Yaylapınar, bize göre kıdemli takımdı ama biz intizamlıydık. Fehmi, Kavaklı Ali, Ali Küçükgöçer, Ramo, Parlament Mehmet’ten oluşan savunma bloğumuzu bir türlü geçemiyorlardı. Fakat asıl mesele, rakibin Ramazan'a yönelik kasti faulleriydi. Ramo topu aldığında ona savrulan tekmeler ortalığı kemik sesleriyle inletiyordu. Bu sebeple biz maçı kazanmaktan ziyade selametle bitirmenin derdine düştük. Hatta bir ara Ramazan’ı kenara çağırıp oyundan çıkarmak istediğimi söyleyince, “Sen bugün beni oyundan çıkarırsan bir daha ben o mahallede gezemem. Bacağımı, kafamı kıracaklarsa, bırak kırsınlar” diyerek tepki gösterdi.

Bu işe başka bir çare bulmak lâzımdı. Bir süre sonra Ramo’yu tekrar çağırıp, forvet hattına geçmesini ve oyuna katılmadan ölü alanlara koşular yapmasını söyledim. Orta sahadaki Ali Osman, Fuat ve Yakup’a da, “Onlar Ramazan’ı sakatlamak için peşinde koşacaklar. Siz Ramazan’a pas verip oyuna dâhil etmeyin. O boş koşular yaparken biz diğer kulvarları hareketlendirelim” dedim. Bu taktik işe yaradı; onlar Ramazan’ı sakatlamanın derdindeyken biz maçı kazanacak golleri attık.

Doksan dakikanın sonunda, özellikle Ramazan’ın,  maçtan ziyade harpten çıkmış gibiydi. Rambo filmi meşhur olduktan sonra bu lakapla anılacak olan Ramo o maçın kahramanıydı. Hastaneye götürsek doktor, vücudundaki morluklar sebebiyle “iş göremez raporu” bile verirdi. Yolda başına bir iş gelmesin diye, direksiyonu Yaylapınar’a çevirip Ramo’yu evinin sokağına bırakarak Kovanağzı’na döndük.

Resmi futbol sezonunu açıldığında bir sahadan diğerine koşturmaktan mahalle maçlarına gidemeyecektim. Muhtar teyzenin büyük oğlu Abdullah antrenmanlarımızı kaçırmıyor, saha kenarında futbolumuza dair yorumlar yapıyordu. Antrenörlük için uygundu. Arkadaşlarla görüşüp bu görevi Abdullah’a verdikten bir süre sonra Kurtuluş Turnuvası’na katılmak üzere davet aldık. Uzun saçlı Mustafa’nın kardeşi Sedat’ın elektrikçi dükkânında yapılan toplantıda yönetmelik belirlendi, lisanslar hazırlandı, fikstür kurası çekildi.

Kurtuluş dolmuşuna binenlerin “Yeşil evde inecek var” söylemleriyle durak ismi haline gelen bu evin sahibi, rahatsızlık duyup evi sarıya boyatsa da o durak yıllar boyu Yeşil Ev olarak anılmaya devam etti. Bir gün müşterilerden biri “Yeşil evde inecek var” diye seslenince, ön koltuktaki adam kaşlarını çatarak arkaya dönüp, “Yeşil ev mi kaldı kardeşim? Bıktım sizden de evi sarıya boyattım” diye tepki göstermişti. İşte o namı diğer Yeşil Evin yanındaki tarla turnuva için saha olarak düzenledi. Artık her Pazar günü bölgede futbol panayırı kuruluyor, seyyar köfteciler bile tezgâh açıyordu.

İlk bir kaç haftadan sonra Konyaspor’la ilgili mesaimiz başlayınca benim hafta sonu programım yoğunlaştı. Bir hafta deplâsmanda, diğer hafta iç saha maçlarında haber peşinde koşturmaktan turnuva maçlarına zaman bulamıyordum. Son haftaya geldiğimizde Şahin Gençlik’in şampiyonlukta iddiası olmasa bile adına Centilmenlik Kupası hazırlanmıştı. Ve profesyonel Ligde o hafta her nasılsa Konyaspor’un maçı olmadığından gazetede işleri erken bitirip kapanış maçımıza yetişebilirdim. Ve o hafta Antrenörümüz Abdullah, Adana’ya gideceği için takımın başında bulunamayacaktı. Üstelik takımın önemli kozu Fuat Erzurum’a akrabalarını ziyarete gitmişti. Neyse ki Kültürspor’da lisanslı olan Nihat o hafta bizimleydi.

Şampiyonluk yarışının diğer ortağı takım maçı kazanmak üzereydi ve biz kenarda taktik toplantısına başladık. Rahmi, “Şampiyon olamayacağız ama bugün de senin istediğin gibi oynayalım” dedi. Bunun üzerine elimdeki çubukla toprağa saha çizip defansa üç, orta sahaya beş ve forvete iki nokta koydum. 2. Ligde Konyaspor forması giymiş Uğur’un da bulunduğu ve Amatör Küme Şampiyonu PTT Spor’un oyuncularından kurulu Kurtuluş'a karşı üç kişilik savunma bloğu olması herkese şaşırtıcı geldi. “Bugün Almanların sistemiyle oynayacağız ve bizi seyretmekten herkes keyif alacak” diyerek oyun kurgumuzu anlattım. En büyük kozumuz gençlerdi, “Bugünün kahramanları Mehmet, Fehmi ve Arif olacak” dedim. Mehmet’in yüzündeki tebessümün arka planını okumak genelde zor olurdu; “Bu gazla ben iki doksan dakika çıkarırım” diyerek duygularını ifşa etti.

Bu arada sahadaki maç bitmiş, diğer şampiyon adayının oyuncuları arabalarına biniyordu. Onlar Şahin Gençlik’in Kurtuluş’a yenileceğine inanıyordu. Çünkü biz, futbolun alfabesini yazanlara karşı yarıya yakını on beş, on altı yaşında oyuncularla mücadele edecektik. İlk beş dakikada oyuna olan hâkimiyetimizi gören ümitsizler zümresi arabalarından inip Şahin Gençlik’e taraftarlık etmeye başladı. Bir ara kaptanları yanımıza gelip, “Bu maçı kazanırsanız size bir tepsi baklava getirelim” dediğinde ilk teşvik primine de muhatap oluyorduk. Teklif sahibi kabul cevabımızı beklerken, “Aç karnına mı yiyeceğiz baklavayı?” diyerek seviye yükseltmesini işaret ettim. O etli ekmek lafı ederken de, “Etli ekmeğin yarısı hamurdan müteşekkil, siz iki kuzunun üstüne iki tepsi kallavi baklavayı gözden çıkarın” diyerek muhabbeti tandır kebabına çevirdik.

Bir mahalle maçı bu kadar mı çekişmeli olur ve golsüz devam ederdi! O güne kadar leblebi misali gol atan Kurtuluş bizim kaleye yaklaşamıyordu. Tamam, biz de gol atamıyorduk ama karşımızdaki takımın kalibresi mahalle takımının çok çok üzerindeydi ve oyuncuların hemen hemen hepsiyle de futbol sahasından arkadaş mesabesindeydik.

Altmış dakikayı tamamladığımızda Kurtuluş’ta panik havası hâkim olmaya başladı. Hem amatör takımda oynayıp hem de PTT Spor genç takımının Antrenörü olan kaptan Rahim arada bir taç çizgisine yaklaşıp, “Kardeş, dişlerinizi bize mi bilediniz? Bu ne hırs!” diyerek sitem ediyordu. İşin aslı; bizim doksan dakikayı o tempoda tamamlamamız mümkün değildi ama dayanabildiğimiz yere kadar şovumuzu sürdürecektik. Yaklaşık yetmişinci dakikada, koşu yoluna pas atılacağı ümidiyle depara kalkan Uğur, beklediği top yolda bizimkilere takılınca iki elini havaya kaldırarak arkadaşlarına, “Allah aşkına düzgün bir top atın” diye bağırdı. O anda ortalığa bir sessizlik çökmüştü ki biri, “Kolaysa gel sen at, abi, adamlar karınca gibi” diye karşılık verdi. Bu söz, seyredenleri güldürdüğü kadar bizim oyuncuların da ruhunu okşamıştı ama rehaveti de beraberinde getirdi. Bir saniyelik gecikmeden doğan hata sonucu gelen gol o gün sunduğumuz resitalin kapanış perdesi oldu.

Bizim oyuncular kupa töreni öncesi kenarda dinlenirken Kurtuluş’un kaptanı Rahim yanımıza gelip arkadaşları tek tek tebrik etti. Tabi kendilerini zor durumda bırakan oyun kurgumdan dolayı da bana epeyce latifeli sitemde bulundu. Sonra takımın en gençleri Mehmet, Arif, Fehmi gibi arkadaşları göstererek, “Bunları getir, PTT Spor genç takımına lisanslayalım” teklifinde bulundu. Oturduğu yerden kısık gözlerle bizi izleyen Mehmet yarı tebessümle, “Kaptanım, o listeden beni çıkar. Mustafa abinin olmadığı yerde benim işim olmaz” diyerek teklifi reddedince Rahim; “Kardeş, sensiz olmuyormuş. Öyleyse Pazartesi günü gel, Akkaş Başkanımla konuşup genç takımı sana devredeyim. Yeter ki bu gençleri futbola kazandıralım. Çok ciddiyim” dedi. Evet, Rahim ciddiydi ve dediğini yapardı ama bir spor gazetecisinin en yoğun mesai günleri hafta sonuydu.

Antrenör Abdullah kısa bir zaman sonra Adana’dan döndü dönmesine de meğer yeni yuva kurma işleriyle meşgulmüş; tez zamanda göçünü Çukurova’ya taşıdı. Biz de ağabeyi İbrahim’i o göreve getirerek yolumuza devam ettik. Zamanla hem mahalleden hem de arkadaş çevremizden Ahmet, Yücel, Tahir, Atalay, Şahin, Kaleci Hidayet gibi pek çok arkadaşın katılmasıyla takım yeni hüviyet kazandı. Hatta yıldız ve minik takım kurarak küçük yaştaki genç adaylarını da çevremize topladık. Mahallenin merkezi Taşoluk Camii önünde de bir dükkân kiralayıp hem kulüp binası hem de kültür merkezi yaptık.