Bir halkın hafızası, yalnızca yazılı belgelerde ya da taş binalarda saklı değildir. Hafıza, türkülerin ezgisinde, ninelerin dantel oyasında, çocukların sokakta oynadığı oyunun ritminde yaşar.

Kültür, zamanla yoğrulmuş, kuşaktan kuşağa aktarılan bir yaşam biçimidir. Ancak bu yaşam biçimi, yerinden edildiğinde, toprağından koparıldığında, ardında sessiz bir çöküş bırakır: mirasal kayıp.

Göç, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Kimi zaman savaşlar, kimi zaman ekonomik zorunluluklar, kimi zaman da hayalin peşinden gitmek… Sebep ne olursa olsun, geride bir şeyler kalır.

Diller unutulur, ağızlar değişir, ritüeller zamanla silinir. Bir zamanlar el üstünde tutulan değerler, yeni coğrafyalarda anlamsızlaşır. Çünkü kültür, sadece bireyin değil, topluluğun belleğidir. Dağılan bir toplulukla birlikte, kültürel miras da dağılır.

Köyünden şehre göç eden bir ailenin evinde artık tandır kokusu yükselmez; çocuklar ninenin masallarıyla değil, ekran başında büyür. Şehir yaşamı, geleneksel olanı modernin gölgesinde bırakır.

Bu dönüşüm her zaman kötü değildir, ama denge kurmak zordur. Modernleşmek ile köklerini kaybetmek arasında ince bir çizgi vardır.

Bazen bir çocuğun kendi büyükannesinin dilini anlamaması, bazen de bir gencin kendi halk danslarını bilmemesi, bu mirasal kaybın en dokunaklı örnekleridir.

Kimliğin kırıldığı bu noktalarda birey, kendini ait hissettiği zemini kaybeder. Göç edilen yer ne kadar kucak açarsa açsın, kökün eksikliği bir boşluk bırakır.

Peki bu kayıp önlenebilir mi? Belki tamamen değil, ama farkındalıkla, çabayla, sevgiyle hafifletilebilir. Hikâyeleri anlatmak, gelenekleri yaşatmak, dilimizi konuşmak… Hepsi bir direniştir.

Kültürümüzü, göçlere rağmen yaşatmak bir tür hatırlamadır. Ve hatırlamak, mirasa sahip çıkmanın ilk adımıdır.

Çünkü bir milletin geleceği, geçmişine ne kadar sahip çıktığıyla ölçülür.