Yüzyıldır, Osmanlı hanedanına saldırmak için, kendilerince saptırmaya elverişli buldukları bazı meseleleri dillerine dolamayı marifet zannedenler hi

Yüzyıldır, Osmanlı hanedanına saldırmak için, kendilerince saptırmaya elverişli buldukları bazı meseleleri dillerine dolamayı marifet zannedenler hiçbir zaman eksik olmamışlar; dinimize ve vatanımıza yaptıkları büyük hizmetler nedeniyle daima hayırla yâd edilmesi gereken bu seçkin insanları aşağılamayı kendileri için büyük bir vazife saymışlardır. İftirayı huy ve meslek edinenlerin bu hususta öteden beri dillerinden düşürmedikleri en önemli meselelerden birisi, hatta belki de en önemlisi; Osmanlı sarayında “Harem-i hümayun” dairesinde ikamet eden cariyelerin dinî ve içtimaı statüsüdür ki, bukonu bilinçli olarak yerli ve yabancı kimi yazarlar tarafından çoğu zaman çarpıtılmak amacıyla sık sık gündeme getirilmiştir.
Oysa Harem en anlaşılır şekliyle padişahın eviydi ve burada annesi, oğulları, kızları, gelinleri ve torunlarıyla yaşardı. Cariyeler, kilerci çamaşırcı ve kâtibe olurlardı. Dayeler (sütanneler) ve dadılar padişah anası gibi hürmet görürlerdi. Doğrusu şu ki harem hakkında çok az şey bilinir ama çok şey söylenir. Bazı edepten yoksun kimseler hayallerindeki fantezileri yakıştırır onlara. …Ne vebal aman!
Padişah’a ve ailesine has olan Harem-i hümayun dairesine bir kez dahi girmedikleri ve giremeyecekleri aşikâr olduğu hâlde, pek çok gayrimüslim elçiler, sanatçı ve seyyahlar, zihinlerinde tasarladıkları "cinselliği sömürülen çıplak cariye" tipini uydurarak, yazdıkları kitaplarda İslâm'a ve onun hükümlerine sığmayan birbirinden çirkin iftiralar türetmişlerdir. Bu asılsız iftiraları da çoğu zaman, tarihî birer roman ya da çizdikleri tablolar vasıtasıyla Müslüman Türk milletinin bilinçaltına ısrarla yerleştirmeyi, böylece ne şekilde ve hangi yolla olursa olsun Cariyelik kurumu hakkında yanlış ve çarpık bir anlayışın dimağlarda yer etmesini hedeflemişlerdir.
İftiradan öteye geçmeyen bu anlayış, günümüzde yalnız fikrî sahada değil, görsel medya aracılığıyla daha da kökleştirilmek ve zihinlere işlenmek istenmektedir. Kimileri halkın bilinçaltına etki eden medyayı bu hususta bir araç olarak kullanırken, kimileri de güya araştırmacı maskesi altında, medyada yansıtılan asılsız iftiraları bilim camiasının da doğruladığı bir gerçekmiş gibi gösterme gayretine girişmiştir. Hatta bazıları iftira konusunda iyiden iyiye haddini aşarak, Osmanlı Padişahları’nın cariye edinmelerini "zina", cariyeden doğma Osmanlı padişahlarını ise "veled-i zina" olmakla suçlayacak kadar ileri gitmiştir.
Cariyelik kurumunu ve Osmanlı Padişahları’nın saraylarında bir Harem dairesi inşa ettirmelerini İslâm dışı bir hareketmiş gibi göstermek isteyenler, aslında Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok Ayet-i Kerime’sinde ve sayısız Hadîs-i Şerifler de zikredilip hükümleri ayrıntılı olarak vaaz edilen gulâm ve cariyelikle ilgili İlâhî hükümleri de açık açık bozmaya yeltenmişlerdir.
Zira Allah-u Teâlâ cariyelerin de nikâhlı eşler gibi olduğunu, onların da zina hükmünün dışında tutulduğunu Kur'ân-ı Kerîm'inde açıkça haber vermektedir: "O (mü'min)ler ki, mahrem yerlerini herkesten korurlar; ancak eşleri ve cariyeleri bundan müstesnadır. Doğrusu bunlar kınanamazlar." (Mü'minûn: 5-6) Çünkü bunlar İlâhî emir ve hükümler çerçevesinde onları mahrem edindiklerinden, O'nun dininin geniş alanı içinde bulunmaktadırlar. Haklarında verilmiş böyle bir yetki varken bu gibi kimseler asla kınanamazlar. Dolayısıyla din-i İslâm'ı yaymak, kötüleri ve kötülüklerini ortadan kaldırmak için cihanın dört bir yanında seferden sefere koşan Osmanlı Padişahları’nın da, bu İlâhî hükmün verdiği ruhsatla “esir-esîre” hükmündeki cariyeleri istihdam ettikleri için kınanamayacakları ortadadır.
Nitekim Orhan Gazi’nin tahta geçişinin henüz ilk yılında, 1324 yılı Mart ayında Tavâşî Şerefeddîn Mukbil'e verdiği Farsça "Mekece Vakfiyesi", onun Bursa'da bir sarayı olduğunu ve sarayının içinde bir Harem'i bulunduğunu göstermektedir. Bu vakfiyenin varlığı, Harem-i hümayun sisteminin, kuruluş devri hükümdarlarından beri mevcut olduğunu gösterir. Cariyelikle ilgili İlâhî hükümlerden ve bu gibi inceliklerden haberi olmayan pek çok kimse, Osmanlı padişahlarının Harem-i hümayun dairesinde cariye istihdam etmelerini İslâm'a aykırı bir durum zannetmişler, bu durumu fırsat bilip Osmanlı hanedanına saldırmaya çalışan yerli-yabancı pek çok maksatlı kimse de cariyelik ve Harem'le ilgili çirkin ve seviyesiz iftiralar türetmişlerdir.
Orhan Gazi’nin Bursa'daki sarayında olduğu gibi, II. Murat'ın Edirne'deki sarayında da Harem dairesi vardı. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettikten sonra Beyazıt Camii'nin bulunduğu yerde Eski Saray'ı (Saray-ı atîk) inşa ettirdiğinde de, burada bir Harem-i hümayun dairesi bina ettirmişti. Bugünkü Harem-i hümayun binasını Kanunî Sultan Süleyman ya da Sultan III. Murad tarafından inşa ettirilmiştir. Haremdeki kadınlar Enderun da eğitilirdi. “Osmanlı’da Enderun; padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, kadınların yetiştirilmelerine yönelik bir eğitim kurumuydu. Harem personelinin yetiştirilmesinde Enderun mektebindeki usuller tatbik edilirdi. Çeşitli vesilelerle saraya gelen cariyelerle, haremin hususi yapısı içinde ne padişahın ne de şehzadelerin karşılaşması mümkün değildi. Orası İslam ilimlerinin ve çeşitli sanat ve mesleklerin öğretildiği bir eğitim yuvasıydı.
Şu kadar var ki, padişahların Harem'de birçok cariye istihdam etmeleri, onların her biri üzerinde sahiplik yani nikâh kıymadan hakkını kullandıkları manasına da gelmez. Bunun delili, sarayda hizmet eden cariyelerin büyük çoğunluğunun sarayda bir maaş karşılığında, çeşitli kademelerde hizmet etmek amacıyla istihdam edildiklerini gösteren yevmiye defterleridir. Sarayda belirli bir ücret ödenerek vazifedar kılınan bu cariyeler, derecelerine göre acemi, cariye, kalfa ve usta gibi unvanlarla vakfedilirdi. Harem'de belirli bir süreye kadar tutulup, sonra evlendirilen ya da Azad edilen, çoğu mükâteb(karşılıklı anlaşma ve yazışma) hükmündeki cariyelerin saraydan ayrılmasına ise Harem söylemiyle "çerağ edilme" denilmekteydi. Hürrem Sultan, Kösem Sultan, Nurbanu ve Safiye Sultan'lar cariye olarak saraya geldikleri halde saray kadınlarının ulaşabileceği en yüksek statülere erişmişlerdi.
Osmanlılar'ın, İslâm'ın kölelik ve cariyelikle ilgili hükümleri mucibince kurdukları gulâm ve cariyelik kurumunu bir sömürü mekanizması gibi göstermeye çalışan ve bu yüzden Osmanlı Padişahları’nı çirkin iftiralarla ithama kalkışan kimseler, tarihteki bu sultanlar ile Makbul İbrahim Paşa gibi, Osmanlı adâlet ve inisiyatifinin timsali olmuş en büyük tarihî örnekleri bilinçli bir şekilde göz ardı etmektedirler. Sıradan bir cariye, önce padişahın başkadınlığına, daha sonra oğullarının tahta çıkmasıyla valide sultanlığa; "Parga'lı İbrahim" gibi sıradan bir köle de "vezir-i a'zamlık" gibi en yüksek bir makama yükselebiliyor, Avrupa'daki gibi sınıf ayırımına tâbî tutulmadan, devletin en yüksek zirvesine kadar çıkabiliyorlardı. Dolayısıyla Osmanlı Padişahları, cariye ve köleler arasında sınıf farkı gözetmedikleri gibi; Avrupa'da yerleşik olan, bir kölenin hiçbir zaman soylu, soylunun da köle olamayacağı gibi çarpık ve aşağılayıcı bir anlayış da onların devlet felsefelerinde asla yer almamıştır. Çünkü onlar; insani, siyasi ve askerî yönden kabiliyete değer veren bir yönetim anlayışını benimsemişlerdi.
Kısacası; günümüzde Osmanlı’ya “Harem” kurumunun varlığı ile saldıranların; “modernlik” adına gayri resmi bir şekilde kendilerinin yarı yaşındaki kızlarla gezdiklerini ve aşk yaşadıklarını ve de ne kadar “Haramzade” ve “Haremzade” kalemler olduğun söylemekten asla çekinmiyorum. Yani kendini aydın ve entelektüel gösteren bu gruplar kaç kızla ve kadınla arkadaş olduklarının çetelesini tutmakla övünür sonra da döner utanıp arlanmadan Osmanlı’ya veryansın ederler. Hatta yaptıkları bu rezaletleri gerek yazılı, gerekse görsel medya da ilan ederken “aşağılanmayı” “yücelme” olarak görerek daha da alçaldıklarının farkında bile olamazlar. Onlara söyleyeceğim tek bir cümle var; utanın be Haremzadeler!