Akyokuş’un böğründeki Göğüs Hastanesinin henüz Tıp Fakültesi Hastanesi olmadığı, Ferhuniye mahallesinde şimdi Numune, bir önceki adıyla Devlet Hastanesi olan sağlık teşekkülünün Millet Hastanesi olarak namlandığı yıllarda İstanbul Caddesindeki İş Hanları Şehir Hastanesi hükmündeydi ve doktor tabelaları birbiriyle yarışırdı. Herkes dilediği hastanede muayene olamazdı ve bizim sağlık kuruluşumuz Meram yolundaki Sigorta Hastanesiydi.  Muayene olmak için gün ışımadan sıraya girmek gerekirdi. Şansınız yaver gidip muayene olabilmişseniz işi yarılamış sayılırdınız da; ah o havasız bodrum kattaki ilaç kuyruğu yok mu, insanı telef ederdi. Ve çoğu zaman ilaçların hepsini almak mümkün olmazdı.

Sağlık kuruluşlarında vaziyet böyle olunca mahalle aralarındaki şifacılar revaçtaydı. Mesela bizim Denizköy Sokak’ta Çayırbağlı Havva ablamız vardı. Bir ayağının aksak olmasından mütevellit köylülerince “Topal Havva” olarak da anılan, Arap Ali Ağanın hanımı ablamızın önemli iki hasleti vardı. Birincisi televizyona aşırı düşmanlık beslerdi ve bizim avluya girdiğinde tiz sesiyle “İmiiin (Emine) ben gelivirim, şiytanınızı gapatııın” diye bağırırdı. Ev sahibi misafirine tâbi olduğuna göre, ister haber seyredelim, ister maç; ekranı karartmak zorundaydık. Hani çay servisi filan yaparken bazen insanın sureti ekrana akseder ya; işte o sırada Havva ablanın da gözü ekrana kaymış ve hareket eden silüeti görmüşse gâvur icadı bu şiytana epeyce bir beddua ederdi.

Havva ablanın asıl önemli özelliği ise göz değenlere yani nazara gelenlere kurşun dökmesiydi. Gıcır kıyafetlerimizi giyip coşkulu bir şekilde bayram namazı yoluna düştüğümüzde ardımızdan koşturup cebimize ekmek kırıntıları sokarken “Nazar değmesin guzum” diyen rahmetli anam da bize bir haller olduğunda kolumuzdan tutar, sürüye sürüye Havva ablanın huzuruna çıkarırdı. Takım taklavat bir tören edasıyla hazır edilirken, kurşun dökülecek çocuk uysal değilse sağında ve solunda onu kollarından tutup hareketsiz bırakacak iki muhafız mutlaka bulunurdu.

Yere yatırılan çoğunun üzerine, kazara sıçrayacak kurşun zerresine önlem olarak şeffaf bir tülbent gerilirdi. Mevsim kış ise soba üzerinde, yaz ise tüp üzerinde cezvede kaynatılıp eritilen kurşunu dua ederek havada gezdirip tavaya döktüğünde odayı cozurtu sesiyle birlikte beyazımsı bir duman kaplar ve bu ses korku uyandırmaya yeterdi de esas ürperti Havva ablanın yaptığı yorumlardan sonra oluşurdu. Tavaya düşen erimiş kurşun soğuyup kütle halini alırken Havva abla oluşan şekli bir silüete benzetir “Hele bak gâvur karıya! Anah! Nasıl da pörtlek gözleri varmış? Gaç anam adamı çatlatır bu avrat” gibi yorumlar çıkarırdı.

Anadolu’da Bugün’de gazeteciliğe başlayınca kurşunun sırrına vâkıf olup rahmetli Rıfkı ustanın, Hali Ekti’nin entertip potasına kurşun atıp dumanını soluduk. Keza Konya Postası’nda Sefa Usta’nın ve Ahmet Selvi’nin yanında muhabbeti demlerken “Potaya az bi kurşun atıvır” demeleri meşhurdu. Eridikçe su gibi akardı gümüş renkli kurşun. Havva abla cezveden döktüğünde serbest şekil alan kurşun matbaada makinanın mağazasından hangi matris inmişse onun taşıdığı harf şeklini alır standart boyutlarda tablaya düşerdi. Kurşunda hikmet var mıydı bilmem ama yoksa bile, Havva ablanın o sırada okuduğu duaların tesirinden olsa gerek, insanlar şifa bulduklarına inanırdı.

Başka şifacıları da vardı mahallenin. Hasırcılar Caddesinde Bulumyalı Ali Ağa kırık çıkık işleriyle meşhurdu mesela. Onun bir sokak aşağısında da kardeşi Hasan Ağa vardı. İki kardeş civarın kırık çıkık işleriyle uzun yıllar ilgilendiler. İkisi de Belediye’de çalışıyor olmalarından mütevellit, Hasan Ağanın babamla ahbaplığı vardı ve birbirimize epeyce misafirliğimiz oldu. Her iki rahmetliden geriye, hizmetlerini sürdürmek üzere Ali Ağanın oğlu Bakkal Rasim kaldı.

Çakılharmanlar Caddesinde Kömürcüler Camii mıntıkasında da Yılancık Ocağı olan İnliceli Hüseyin vardı. Bendeniz kendisinden hizmet almamış olsam da ünü etrafa duyulmuş bir kişiydi. Yılancık kıyanların en önemli özellikleri, yanılmıyorsam deniz üzerinden geçmiş kişiler olmasıydı. Yani İstanbul Boğazını karşıya geçmiş olmaktan başka; şifa duasını biliyor olması, ağrı bölgelerini tanıyıp buralarda bıçak gezdirebilmesi şifacının özelliğiydi. Yine de bu iş için bir ustadan el almış olması da gerekiyordu.

Kırık çıkıkçı dediysek, onlarında kendilerine göre usul ve yöntemleri vardı. Her nasılsa bir tarihte hiddetimi kontrol edemeyip duvara attığım yumruğun ertesi gününde elimdeki hasarı ancak fark edebilmiştim. Annem ve komşu kadınlar derhal teşhisi koyup beni Lalebahçe yolundaki bir şifacı kadına götürmeye karar verdiler. Ellerinden kurtulmanın imkânı yoktu, mecburen gittik. Kadıncağız bilgelik edasıyla dirseğimden parmak uçlarıma kadar elimi kontrol ederken bir yandan da sorgu polisi gibi ince sorularla ne kusur işlediğimi tespit etmeye çabalıyordu. Baktı ki karşısında konuşmaya pek meyilli olmayan bir muhatabı var, elimi dizimin üstüne atarcasına bırakıp “Kaç anam, ben bunun elini yapmam!” diye kestirip attı. Önce Firdevs abla hayret nidasıyla mukabele etti: “Adam mı seçen sen bacım, neyini beğenmedin de yapmayon?” Meğer kadının işkillendiği yer başkaymış: “Kadın bana bak; bu adamın eli bu hale gelinceye kadar, karısının hali ne oldu?” demez mi? Onun bu sözü üzerine bizimkiler yüksek tonda gülünce şaşkınlığa uğradı. İlk toparlanan yine Firdevs ablaydı: “Daha yanında oturan onun karısı, kendine sor, neyi var, neyi yoksa söylesin!” diyerek mukabele etti. Şaşkınlığa uğramış gibiydi: “Essah sen misin gıı bunun hanımı? Anah, bu abi senden yaşlı gibi gıı? Bişiy itmedi mi sana, döğmedi mi?” diyerek onun da ağzını yokladı. Baktı ki polisiye bir vukuatımız yok, elimi kremleyip, kendi usulünce sardı ve bir kaç tembihle yol verdi.

Geleneksel şifacılardan başka modern tıp alanında da sıhhiyelerimiz vardı. Mahallenin Aşağı Kovanağzı Caddesi aksında İğneci Yakup namıyla bir sıhhiye, gündüz mesaisini tamamladıktan sonra akşamları da hastaların evlerini ziyaret edip iğnelerini enjekte ederdi. O yıllarda plastik enjektörler yoktu ve tütün tabakasını andıran metal kutularda taşıdıkları cam hazneli metal gövdeli enjektörü gittikleri evde hastanın gözü önünde sıcak suda kaynatarak sterilize eder sonra tüpün uç kısmını kırarak iğneyi içine daldırıp ilacı yavaş yavaş çekerlerdi. Bizim Ramazan Topraklık Büyük Eczanede başladığı teknikerlikte kıdemlenmiş ve her hastaya gitmese de ailemizin sağlık memuru gibiydi.

Taşkıran cenahında da bir hanım sıhhiye vardı. Sıhhiye dediysem, resmi değil; başkasından görüp öğrenme bir kadınmış. Her mahallede bir sağlık ocağının olmadığı o zamanlar annem de bir gün bu hanıma iğne yaptırmış. Fakat ertesi gün iğne yapılan bölge önce şişti sonra morardı ve nihayet patlayıp günlerce cerahat aktı. İğne yaptırırken anneme refakat eden kadınların bu duruma getirdiği iki yorum vardı. Birincisi; iğne yapılırken annemin korkusuz durmasından dolayı odadaki insanların nazar değmiş olma ihtimaliydi. Fakat onlar enjektörün kaynatılmış olduğunda hemfikir olsalar da, mikrobik varlığın devam etmesiyle oluşan enfeksiyon anneme aylaca ıstırap vermiş olmalıydı.

Annemin birkaç ay yatmak zorunda kaldığı o dönemde komşu dayanışmasının nadide örneklerini yaşadığımızı söyleyebilirim. Selman abla kendi ev ve bahçe işlerini bitirdikten sonra soluğu bizim evde alır, etrafı siler süpürür, bulaşıkları yıkar, yemeğimizi yapardı. O günlerde kendisine çokça yardım ediyor olmamdan dolayı da bana “Allah sana on beş, on altı filan çocuk versin de oğlun ile ordu, kızın ile komşu ol” diye dua ederdi de annem “De get gız, o nasıl duaymış? O kadar çocuğu ne edeceğimiş?” diye azarlardı.

Mahallenin berber ihtiyacını ise Belediyede memur olan Duran Ağa karşılardı. Güler yüzlü, sevecen, hoş muhabbet bir insandı ve kimilerince Doğan Ağa diye de anılırdı. Bilhassa öğretmeninden azar yemiş çocukların ertesi gün aynı muameleye uğramamak için varlığına sığındığı Duran Ağa siyah çantasından metal gövdeli makinayı çıkarırken aletin maharetini sayarak muhabbetin açılışını yapar, tıraş bitinceye kadar mahallenin sorunları konuşulur, sorunlara çözüm bulunmazsa tıraşın süresi uzardı. Aklımda kalan en özel tıraş sahnelerinin başında ise makasın saça değmediği anlarda daha çok açılıp kapanarak adeta havayı kesmesi gelirdi.

Koskoca mahallenin söküğünü dikip biçecek bir de terziye ihtiyacı olur değil mi? İşte o hizmeti de; Konya Belediyesinde çalışmasına rağmen; terzilik sanatını İstanbul’da öğrenip gelmiş olan babam verirdi. Konu komşunun getirdiği kumaşları ihtiyaçlarına göre ölçer biçer ve dikerdi. Sanatı bizim bellememizi de çok arzu etmiş olmalıydı ki parmağımıza yüksük takıp telâ işlettiği, paça diktirdiği olurdu. Bu konuda ağabeyim Ekrem epey mesafe almış olsa da ben ütü ile sınırlı kaldım.