90’ların çocukları olmak büyük bir ayrıcalıkmış, son yıllarda bunu çok daha iyi anlamaya başladım. Bizler sokakta futbol, basketbol, taso, misket, saklambaç, seksek oynayarak büyüdük. Hafta sonları sabah kahvaltısından sonra ya da hafta içleri okuldan gelince kendimizi bir atardık sokağa, akşam ezanı vakti anne ve babalarımızın “hadi artık ezan okundu içeri” çağrısı ile evlere girerdik.
Bisiklete atladık mı mahalle çetesi olarak ver elini şehir turu. Ne gasp edildik ne öldürüldük ne taciz edildik ne de soyulduk. Cep telefonu bile yoktu ve ailelerimiz merak etmezdi ancak bizler de o güveni boşa çıkarmayan çocuklardık.
Sabahları uyanır uyanmaz “Tsubasa”, “Ninja Kaplumbağalar”, “Red Kit”, “Road Runner” gibi çizgi filmler izlerdik. Akşamları çay demlenince de her güne özel bir dizi vardı; çekirdek aile, çayıyla beraber televizyon karşısına geçer, kimi akşam “Mahallenin Muhtarları”, bir başka akşam “Süper Baba” ya da “Bizimkiler”
Ama sadece televizyon olmazdı, tabii ki hafta sonu “senin elinde hiç kitap görmedim bu hafta sonu” diyen bir ebeveyn ile o kitap da mutlaka okunurdu. Sabah kahvaltısı mutlaka beraber yapılır, akşam yemeğine, o sofraya hep birlikte oturulurdu.
Atarilerimiz vardı, “Tsubasa”, “Super Mario” ve birçokları sürükler giderdi bizleri. Sonra derken tetris çıktı, derken walkmanler girdi hayatımıza ve teknolojik aygıtlarla iyice haşır neşir olduk. Ve ilk cep telefonları girdi hayatımıza. Akşamları sevdiklerimize cevapsız çağrı atarak hayatta olduğumuzun ve sevgimizin kanıtını sunardık. Gazetelerde tuttuğumuz takımların posterleri ya da sevdiğimiz futbolcularımızın çıkartmaları verilirdi, pazar sabahı koşa koşa erkenden mahalledeki bakkal amcamıza gider, ekmeğin yanına bir de o gazeteyi ilave ederdik. Ah o sakızlar, içinden yapıştırma çıkanlar, fal çıkanlar, dövme çıkanlar ve araba çıkanlar ki favorim “Turbo” idi.
O zamanlar internet yok, bilgiye erişimimiz sadece okullarımızda oluyordu ve kütüphaneler çok kıymetliydi. Ancak daha da değerlisi ansiklopediler vardı. Meydan Larousse ve daha niceleri ile tanışmıştık.
“Güvenlikli siteli evler” diye bir kavram henüz hayatımıza girmemişti. Mahallede park yoksa, uygun bir alana ikişer taş koyar futbol sahasını kurardık. Büyük de kurallarımız vardı, 3 korner bir penaltıydı mesela, topu olan ilk adamı seçerdi, sırasıyla en iyiler birer oyuncu alırdı takımına, ailelerimizin çağırma vakti gelmiş ve maç hâlâ bitmemişse de “son golü atan kazanır” derdik. Bileklerine en hâkim kız arkadaşlarımız da kadroda yerini alırdı. Kan ter içinde evin yolu tutulurdu maçtan sonra. Okocha ile kırmızı krampon sevdam başlamıştı.
Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı, Trabzonlusu bir takımda sarmaş dolaş maç yapardık. Okulda ders aralarında o haftanın maçlarının kritiği yapılırdı, yeri gelir öğretmenlerimiz bile katılırdı bu sohbete. Defterlerin en arka sayfalarına en ideal ilk on birler yazılırdı. Ama holiganlık yoktu, ne başka takımı tutuyor diye birine küfrederdik ne de döverdik. Tatlı tatlı rekabetimiz vardı, futbolun futbol olduğu, bunun için insanların öldürülmediği, darp edilmediği, biber gazı yemediği yıllardı. Fenerbahçeli, Galatasaraylı ve Beşiktaşlı yan yana maç izlerdi. Avrupa’da kim oynuyorsa o desteklenirdi. Fanatik Trabzonlu idi dedem ama Uche 90’da golü atınca benden çok sevinirdi rahmetli.
Dini bayramlara, resmî tatil ya da yıllık izin gözüyle bakılmıyordu o yıllarda. Ailenin en büyüğü kimse, bayramın birinci günü sabahı kahvaltı orada yapılırdı. Dedeleri, anneannesi, babaannesi, amcası, dayısı, halası, teyzesi, eniştesi ve kuzenleri ile güzeldi Ramazan ve Kurban Bayramları. En güzel baklavalar, en güzel börekler, sarmalar ve mantılar burada yenirdi. Bayramın sonunda veda vakti gelince kuzenlere bir hüzün çökerdi, oyun oynama vakti bitmişti, yaramazlık yapma vaktinin sonuna gelinmişti.
Okulda öğretmenlerimize saygıda kusur etmezdik. Korkardık, severdik, sayardık. Aileden sonra orasıydı evimiz. Eğer öğretmenlerimiz bize bir uyarıda bulunmuşsa ya da kızmışsa “vardır bir bildiği” der, bundan ders çıkarırdık; gidip de ertesi sabah o öğretmenimizi velimiz darp etmezdi. Sınıflarda arkadaşlık, sevgi, dostluk bambaşkaydı. Hâlâ ilkokuldan, ortaokuldan, liseden arkadaşlarım var hayatımda ve görüşüyorum. Mesela hayatımda bende iz bırakan ilkokul öğretmenimle her zaman irtibat halindeyiz, sürekli her bulduğumuz fırsatta buluşur sohbet eder, yılları yad ederiz. Muhammet Şapçı öğretmenim, Allah da sohbetimizi daha uzun yıllar daim etsin, buradan sevgiler.
Tabii işin bir de ölüm tarafı var. Eğer bir aile ferdi kaybedilmişse, mezarlıklar sık sık ziyaret edilir, sureler okunur ve dua edilirdi. Özellikle dini bayramların arife günlerinde bizim ailenin ilk kuralı kahvaltıdan sonra kabristan ziyaretiydi. Maalesef ziyaret sayısı arttı ama bizim ailede o kural bugün de hiç değişmedi.
Otobüse binmişsek ve biz oturuyorsak, bizden sonra yaşlı bir teyze ya da amca gelmişse hemen kalkar ona yer verir hatta inerken varsa çantası onu da indirir, teslim ederdik. Mahallemize girmişiz ve evimize gidiyoruz ki bir de baktık Ayşe teyze pazardan geliyor, elinde de bir pazar çantası; o çanta, Ayşe teyzenin kapısına kadar taşınırdı. Apartmanlarda, sokaklarda komşuluk o kadar güzeldi ki o yıllarda, okuldan bir gelmişsin annen ve baban yok, sen de anahtarı almamışsın; hemen o Ayşe teyze çıkardı işte yardıma, soluğu onun evinde alırdık, gelsin gözlemeler ve börekler. 90’ların çocuklarıydık bizler ve çok da şanslıymışız.
Üzerinden yarım asır bile geçmedi ve yıl 2024, peki biz toplum olarak nereye gidiyoruz? Eski dini bayramların havasını hâlâ kaç aile yaşatıyor? Kimler aile büyüklerinin kabristanını ziyaret ediyor? Ramazan aylarında oruç tutana saygı kaldı mı? Babam, bu Kurban Bayramı arifesinde, kabristan ziyaretimizde bir söz söyledi hiç unutmuyorum:
“Gün gelecek, anaların ve babaların mezarlıklarının yerleri unutulacak evlat.”
Neden “güvenlikli siteler, ekstra güvenlikli siteler” girdi hayatımıza? Neden sokak hayvanları darp ediliyor? Neden çocuklar artık sokaklarda arkadaşlık kurup oynayamıyor da sosyal medyada sanal arkadaşlıklara evrildi? Teknolojiye asla karşı değilim ve tabii ki en iyi ve son model eğlence araçlarıyla oynayalım ancak fiili sokak arkadaşlığı da bitmeden olmuyor mu? Neden sokakta çocuklar kaçırılıyor? Neden kadınlarımız şiddet görmeye başladı? Taciz ve tecavüz ne zaman ve nasıl girdi toplumumuza? Yolda yürüyen 3-5 gencin sohbetinde neden her cümlelerinin sonu noktadan önce o meşhur küfürle biter duruma geldi? Neden öğretmenler ya da sağlık çalışanları darp edilip, öldürülüyor?
“Süper Baba”lardan ve “Mahallenin Muhtarları”ndan; zengin çocuklu fakir kızlı dizilere, tecavüzün, uyuşturucunun, silahın bu kadar gözler önüne serildiği dizilere neden geçtik? Neden okuma oranımız günden güne azalıyor? Neden her boş vakitte sosyal medyanın faydasız kısmında buluyoruz kendimizi? Neden yararlı ve öğretici diziler ve filmler izlemek varken; beynimizi yormayan ve bizlere bir şey katmayan eğlence programlarıyla sabahımızı ve akşamımızı geçiriyoruz? Hayatta ise en son anneannen ya da babaanneni ve dedeni ne zaman aradın?
Eski değerlerimizi kaybediyoruz, eski kültürümüzü kaybediyoruz, toplumumuzda kadim olanları kaybediyoruz, ilkelerimizi ve inançlarımızı kaybediyoruz, tahammülü kaybediyoruz, sabrı kaybediyoruz, örf ve adetlerimizi kaybediyoruz, ahlak kurallarını kaybediyoruz, saygıyı ve sevgiyi kaybediyoruz. Belki de çoktan kaybettik bile…
Farkında mısınız?