Kıymetli abim Sabri Saydam tarafından kaleme alınan "Şeytanın Gözleri" sekiz cinayet vakasından oluşan, üçlü bir serinin ilk romanı. Tüm cinayet vakaları hiç sıkmadan, tam tadında bitmiş. Ayrıca kitabın "Başlarken" ve "Önsöz" bölümlerini çok beğendim. Çünkü hem yazar neden polisiye yazdığını anlatıyor hem kitabının seri bir üçleme olduğunu belirterek okuyucusunu heyecanlandırıyor hem de kitabın protagonisti başkomiser Eray'ı ve kitabın kurgusunu açıklıyor. Sabri Bey ile kitabı “Şeytanın Gözleri” üzerine keyifli bir röportaj yaptık ve tüm detaylar noktasına kadar sizlerle. Umarım okurken sizler de keyif alırsınız.
Sabri Bey merhabalar, kitaba geçmeden önce sizleri biraz tanıyabilir miyiz?
Okuyucularınıza, takipçilerinize ve Knarr kitap kulübü üyelerinize merhabalar. 1961 İstanbul doğumluyum. Türk sinemasının önemli yönetmen ve senaristlerinden biri olan Nejat Saydam’ın oğluyum. Sektöre 1986’da yardımcı yönetmen olarak girdim. İlk alanım Reklam. 1992’de yönetmen olarak ilk reklam filmimi çektim. O dönemden bu yana da yönetmen ve metin yazarı olarak yaklaşık 3000 filmde çalıştım. Roman yazmaya 2019’da başladım. İlk kitabım “Dört” 2021’de, “Şeytanın Gözleri” ise 2024’de çıktı.
Kitapta Eray başkomiseri öyle gerçekçi yaratmışsınız ki resmen onun yakın bir arkadaşı olduk. Onun hakkında yapmış olduğunuz betimlemeler ve hayatı, romanı okurken gözlerimizin önünde bir film şeridi gibi canlandı. Sabri Bey, Eray başkomiser gerçek hayatta tanıdığınız birisi mi yoksa tamamen sizlerin yaratmış olduğu bir kurgu mu?
Tıpkı kitaplardaki diğer karakterler gibi Eray da bir hayal ürünü. Karakter kurulumu senaryo yazmaktan gelen bir alışkanlık. Karakterin benim için üç boyutlu, yani yaşayan bir kişiliği olması gerektiğine inanıyorum. Yediğiyle, içtiğiyle, oturması, kalkmasıyla, sevdiği, sevmediğiyle hatta geçmişi, geleceği, travmaları, sorunlarıyla, hepimiz gibi, tanıdık ya da tanımadık biri ama illa ki biri olmalı. Eray için bunları düşündüğünüze göre demek ki başarmışım. Sizlerin Eray’la bütünleşebilmeniz, tanıyormuş gibi olabilmeniz, olayı yaşarken onunla birlikte hissedebilmeniz benim için çok önemli.
“Kızıl Gelinlik” bölümünde sizlerden muhteşem bir detay öğreniyoruz. Antik Mısır’da insanlar, Nil timsahlarının insanları yerken ağladıklarını düşünürlermiş. Timsahlar gözyaşı dökerlermiş ama yediklerine acıdıkları için değil, zaman zaman gözleri kurumasın diye gözyaşı salgıladıkları için. O zamandan beri mezarlıklarda dökülen gözyaşlarının çoğu için timsah gözyaşı deyimi kullanılmış. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Hepimizin hayatında zorlu süreçlerdir cenazeler. Yine belki senarist ve yazar olmanın getirdiği alışkanlıkla ben böylesi kalabalık ortamlarda insanları incelemeyi seviyorum.
Yüzlerinden, mimiklerinden, vücut dillerinden ne hissettiklerini, acılarının sahte ya da gerçek olup olmadığını çözmek değerli bir kazanım. Bu metaforu aşağı yukarı her cenazede kuruyorum nedense, zira baktığım zaman birçoğunun sadece zorunluluktan oraya geldiklerini, aslında acı değil görev gibi hissettiklerini ve daha da ileri gidip gözyaşı bile döktüklerini şaşkınlıkla izliyorum. Timsah gözyaşları tıpkı bu bana göre. “gibi görünmek”, “rol yapmak”, “mış gibi yapmak” insanımızın sık kullandığı yollar. Sanki dev bir tiyatro salonunda binlerce kişinin oynadığı bir oyunu seyrediyormuş gibi oluyorum. Acı değil mi?
Polisiye yazmak gerçekten müthiş bir yetenek. Önce okuyucuya ters köşe yaptıracak bir cinayet vakasını kafanızda kurguluyorsunuz, ardından bu cinayete yakışır bir katil yaratıyorsunuz ve sonunda da o katilin kurban ya da kurbanlarını yaratıyorsunuz. Kitaplarınıza başlarken, kurguyu oluştururken ve karakterleri yaratırken nasıl bir yol izliyorsunuz? Bir romanı hangi periyotlarla yazarak ve toplamında ne kadar bir sürede tamamlıyorsunuz? Polisiye yazmak isteyenlere vereceğiniz tavsiyeleriniz var mı?
Ahkam kesmek için daha çok yeniyim ben. Bir önceki sorunuza yanıt verirken kendime “yazar” demekte bile zorlandım ama tabii yine de iki kitap var ortada ve bu kitaplarımda bir yazma ritüeli var doğal olarak. Buradan yola çıkacaksak ben sondan başa gelmeyi tercih ediyorum. Yani katili biliyorum önce. Katilin neden cinayet işlediğini, onu bu cinayete götüren alt nedenleri biliyorum. Yani baştan itibaren polisin çözmesi gerekenlerinin tamamını cevap olarak cebime koyuyorum. Bu da hikâyeyi kurmak için yeterli benim için. Sonra karakterleri oluşturuyorum. Polisi, şüphelileri, hatta maktul yakınlarını bile her boyutuyla tanıyorum. Eray Başkomiserin nerede ne soracağını, şüpheliye nasıl yaklaşacağını, sorgulanan kişinin ne tür yalan söyleyebileceğini, hatta şüphelinin sinirlendiğinde yüzünde oluşacak tiki bile biliyorum. Geriye sadece bu malzemelerden yenilebilir lezzette bir yemek yapmak kalıyor ki işte onun da kararını okuyucuya bırakıyorum. Tüm bunlar önemli bir ön çalışma süreci gerektiriyor. Bu tren, oraya buraya alınan minik notlar, incelemeler, saatler süren kurgu çabaları, çok sayıda değişiklik ve karalamayla ancak rayına oturabiliyor. Sonrası yazma süreci. Benim her iki kitapta da bu süreç yaklaşık bir yıl sürdü. Neticede sadece polisiye değil, insanlar ne tür yazmaya karar verirlerse versinler yetenek, yaratıcılık ve disiplin üçgeni bu işin olmazsa olmazı.
Bu arada kitaplarınız demişken, “Dört”e de çok az değinsek olacak. “Dört” ne tür bir kitap ve karşımıza bu kitapta neler çıkacak?
“Dört” içinde fantastik öğeler de barındıran bir polisiye roman. İstanbul’un uzak semtlerinden birinde, bir parkın süs havuzunda 4 çocuk cesedinin bulunmasıyla başlıyor. Alt metninde Başkomiser Halil Rüzgar’ın iki kadın arasında gidip gelen bir başarısızlık öyküsü var. Halil bir “kaybeden” yani şu sıralar çok kullanılan tabirle tam bir “loser”
“Dört” denen çorba biraz polisiye, biraz fantezi ve biraz da psikolojiden oluşuyor. Geri kalanını 2025 Şubat’ta konuşalım dilerseniz.
Her yazar için kitapları çok özeldir, kimisi evladım gibi der, kimisi kendinden bir parça yapar, sizin için “Şeytanın Gözleri” nedir? Bu kitabı bize açabilir misiniz?
Manevi olarak bakarsak “Dört” de, “Şeytanın Gözleri” de ve hatta bundan sonra yazmayı düşündüklerim ve hatta sanat da benim için bir doyum, beynimin besini, yaşama sebeplerim. Ne mutlu bana ki hayatım boyunca ne kazanacağımı ne kadar biriktireceğimi ya da ne kaybedip nasıl acı çekeceğimi düşünmeden sadece sevdiğim ve istediğim işleri yaptım. Cebimden önce beynimi doyurmak geldi ilk sırada. Gerek kitaplarım gerek senaryolarım gerekse Dedektif Dergi’ye yazdığım hikâyelerim hep bu doyumun birer parçası. Bu yüzden kendimi iflah olmaz bir seri katil gibi düşünüyorum. Nasıl ki seri katiller işledikleri her cinayetle bir tatmin yaşıyor ve o tatminle bir sonraki cinayete odaklanıyorlarsa ben de yazdığım her kitapla, hikâyeyle, senaryoyla, bir sonraki yazılar için enerji kazanıyorum. Sanırım seri katilin hevesi yakalanınca, benim yazma hevesim de ölünce son bulacak.
Üzerine konuştuğumuz bu kitap serinin birinci kitabı. Bu kitap sekiz cinayet vakasından oluşuyor. Serinin diğer kitapları da bu şekilde mi olacak? Eray başkomiseri serinin ikinci ve üçüncü kitaplarında daha da yakından tanıyabilecek miyiz? Serinin diğer kitaplarını ne zaman okuyabileceğiz? Biraz bahsedebilir misiniz?
“Şeytanın Gözleri” şu anki düşünceme göre 3 kitap ve 24 hikâyeden oluşacak. Eray başkomiserin, vaka defterlerine kronolojik olarak kaydettiği bu 24 vaka boyunca bir yandan da Eray’ın hayatını, ölümüne kadar vereceğiz. İlk kitap genel bir Eray anlatımıyken ikinci ve üçüncü kitaplarda anne, baba ilişkileri, ailevi sırlar ve meçhul kadın saçılacak etrafa. Kısacası okuyucu bir yandan her hikâyede farklı bir polisiye kurguyla karşılaşırken diğer taraftan bir Eray Gürhan hayatı okuyacak. Yalnız bunun için biraz beklemeleri gerekecek zira üçüncü kitabım “Dört”ün, yani Başkomiser Halil Rüzgar’ın devamı olacak. Yeni kitap “Söz”ün yazımını 2025 bitmeden tamamlamak niyetindeyim.
Sabri Bey sizden beş kitap tavsiyesi alabilir miyim?
Polisiyeci olarak 5 polisiye kitap önereyim istiyorum,
1- Feneryolu Cinayetleri-Gencoy Sümer
2- Gülün Adı-Umberto Eco
3- Baba-Günay Gafur
4- Pabuç Hikayesi-M.Sait Güven
5- Yüzsüz-Arkın Gelişin
Ve son olarak, “Sabri Saydam” okuyucularına söylemek istediklerinizi bir iki cümle ile alabilir miyim?
Ülke olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Bu süreçte akıl sağlığımızı korumak en önemli kazanımlarımızdan biri olacak. İlacımız okumak ve becerebiliyorsak yazmak. Lütfen ama lütfen ne bulurlarsa bol bol okusunlar. Ve polisiye, inanın ülkemizde yeteri kadar ilgi görmeyen bir tür ama bence edebiyatın en karmaşık, güç ama bir o kadar da okunması zevkli türü. Polisiyeye önem verelim lütfen. Yetenekli, başarılı ve sağlam kalemi olan yazarlarımız var. Polisiyeyi göz ardı edilmekten, kitapçı raflarının en altında kalmaktan, ilgisizlikten kurtaralım. Hayatı güzelleştirmek, hayatlara dokunmakla olur. Beyninizi aç bırakmayın.
Öncelikle bu röportajı yapmama vesile olduğunuz için çok teşekkür ederim abi. Sizlerle şubat ayında “Dört” romanınızda, yüz yüze bir toplantı yapacak olmanın da heyecanını yaşıyorum. Tüm romanlarınızı kitap kulübümde sizleri konuk ederek konuşacak olmak benim için çok büyük bir keyif olacak, tıpkı bu röportaj gibi. Çok teşekkür ederim.
Benim olsun olmasın nice güzel projelerinde birlikte olmak üzere. Sana ve senin nezdinde okuyucularına binlerce teşekkür. İyi ki varsınız.
Yazımın sonuna gelirken, bu kitaptan aldığım güzel bir alıntıyı paylaşmak istedim:
"Zaten bu ülkede ihmal suç değildi. En fazla üzerinize alınmazdınız, olur biterdi."