Bugüne kadar hep tiyatro, sinema ve televizyon hakkında yazdığımı fark ettim. Son zamanlarda sosyal medyadan “Neden platform dizi filmlerini de yazmıyorsun?” gibi birçok mesaj aldım. Ben de bu hafta Şubat ayında en çok izlenen Türk dizi ve filmlerini sizler için yazdım. Umarım okurken keyif alırsınız.
Rüzgara Bırak
Karların içimizi titrettiği bu kış aylarında Alaçatı’da çekilmiş sıcacık bir hikaye... İşkolik, sıkıcı bir hayatı olan, hayatında aşık olmamış bir kadın, sahilde sörf dersleri veren, bohem bir hayata sahip, milyon dolarları elinin tersiyle itmiş karizmatik bir adam tabi bu ikisi bir araya gelince filmin sonunda birbirlerine aşık olmaları da kaçınılmaz hale geliyor.
Filmde en sevdiğim şeyler neydi? Alaçatı’nın o huzur sokaklarının çok özlemişim. Yazın o sıcak esintisini tekrar bizlere yaşıttı. Barış Arduç ile Hande Erçel’in uyumunu çok beğendim. Tam yaz dizisi ikilisi olmuşlar. Hande Erçel’i beğenmeyenler olmuş ama ben bunun algı olduğunu düşünüyorum. Az yan karakter oyuncusu vardı. Çift hikayesini çok fazla hissedemedim, hikayelerini daha derinden izlemek isterdim, ama artık çoğu dizi ve filmlerde yan karakter eksikliğini çok fazla yaşıyorum.
Bazen bu tür romantik komedi filmlerinde şapkadan tavşan çıkması bekleniyor ama Hollywood filmlerinin de olduğu gibi romantik komedi denildiği zaman tam da sıcak vakitler geçirten, iki uyumlu partner ve klasik bir aşk hikayesi izlemiş oluyorsunuz. Hikayenin ilk 15 dakikasında sonunun nasıl biteceğini anlıyorsun ama romantik komedi bunun için izlenmez, çünkü hepimiz sonunda aşıkların ortada bir yerde kavuşacağına biliriz. Önemli olan o iki partnerin uyumunu izlemektir.
Barış Arduç’la Hande Erçel’in yine yaz işini aratmayacak bir dizisi yayınlanacak. İşte genelde de böyle olur. İki partner birbirlerine yakıştırılırsa peş peşe proje haberleri gelmeye başlar.
Aşıklar
Gerçekten de bu aşıkların bir adı yok. Hastanenin adı var. Aşk Hastanesi’nde aşık olmak yasak. Ta ki aşk gurusu Hazal gelene kadar. Dizinin ilk bölümü beni içine çekmeyi başardı. İlk 5 dakika içinde ben sahte Cem’in okul arkadaşının kimliğini çaldığını düşündüm ama meğerse bu bir kamuflajmış. İnsan içinde görünmek istemeyen, bir aşkzade -pardon ailezede- tarafından kitaplarında kapak fotoğrafı olacak, onun yerine sahneye çıkıp aşık olmayın diyecek, seansları kulaklıkla dinleyip yönlendirecek bir kontrol manyağının tavsiyeleri üzerine kurulmuş hastaneymiş.
İlk bölümün yarısından sonra benim için yokuş aşağı gitmeye başladı. Cem karakterini ilk bölüm tanıdım ama nedense her bölüm sanki tekrardan tanıtmaya başladılar. Evet, kilo sorunu olan, annesinin babasını aldattığını gören ve kendini yemeye vuran sorunlu bir ergenlik döneminden geçmiş çocuklardan biri. Bunu annesiyle olan ilk konuşmasında da anlıyoruz. Sonrasında her bölüm annesiyle olan yüzleşmesini farklı pencerelerden izlemek olayı farklılaştırmadı.
Hazal ise kapak yüzü kalmayan aşk doktorumuzun yeni kamuflajı olarak hastaneye giriş yapan, hastane sahibinin kızı ve aynı zamanda Cem’in savunduğu her şeyin tam tersini savunan inatçı bir kadın. Zaten bütün dizileri zıt karakterler bir yere taşımaz mı? İkisi de bir derneğin iki farklı ucu gibi ve ikisi de savundukları konularda oldukça keskin.
Bu diziye romantik komedi diyemezsiniz, dram diyemezsiniz ikisinin ortasında bir şey olmuş. Daha çok ana karakterlerimizin psikolojik evrimlerini bölüm hikayeleriyle izlemiş olduk. Ben diziyi izlerken en çok neyin eksikliğini hissettim? Gerçek bir yan karakter yoktu. Rıza Kocaoğlu arada bir kendini gösterip kayboluyordu. Sadece bölüm hikayeleri (yani vakalar) ile her bölümün ilerlemesi dizinin belirli bir süresinden sonra bende kopukluk yarattı.
Hazal’ın neden bu kadar aşık olma dürtüsünü savunduğunu da son bölüme saklamışlar. Keşke biraz daha Cem & Hazal sahnelerini izleyebilseydik dedim. Ben Cem’in aşık olduktan sonraki travmalarını izlemeyi de çok isterdim. Bu dizi benim için hikayeden çok karakter dünyasına girdiğim bir diziydi. Özellikle Cem’in karakterinde çok insan olduğu için onu izlerken kendine ayna tutanlar ya da durumuyla yüzleşemeyenler için sert bir tokat olmuş.
Ben dizinin anlattığı şeyi anladım, 8 bölüm de izledim. İkinci sezonunun nasıl bir hikayeyle geleceğini de merak ediyorum çünkü vapur da uçakta pistten çıktı.
Umami
Bu izlediğim üçlü arasında “Şimdi nereden başlasam?” diye düşündüğüm bir film olmuş. Yarım saatinden sonra keşke bu işi biraz daha nötrleştirip, tek bir karaktere daha yoğunlaşıp festival filmi yapsalarmış diye düşündüm. Bir yerden sonra merak duygusu da kendi içinde yenilmeye başlıyor.
Film, bir restoranın yoğun bir akşam yemeği hazırlığını ve o akşam yaşanılanları veriyor. Her bir karakterin kendi dünyasıyla birlikte... Bir yazar için karakter analizi yaparken muhteşem bir detay olmalı, ama hikaye olarak ne hissettin diye sorarsanız ne anlayacağımı bilemem. Bence anlatılmak istenen de bu olmuş, hikayenin hikayesizliği...
Bazı filmler sadece karakter dünyasını ele alır. Biz her bir karakterin iç dünyasına, dış dünyasına ayrı ayrı bakarız. Burak Deniz’in baş şeflerden ve mekanın ortağı olarak pasif bir karakteri yansıttığını gördüm. O mutfağın içinde, hayatın içinde, kendi içindeki kalabalığın içinde kaybolmuş bir adam. Babası ameliyata girecek restoranı bırakamıyor, ama restoranda da sözünü geçiremiyor. Tam bir sıkışmışlık hissini yansıtmış.
Hikayenin içinde aşk yoktu. Tabi ki her filmin içinde aşk olmak zorunda değil ama son zamanlarda duyduğum en sık şey bir hikayenin bel kemiği aşk aşk aşk... Ben izlerken hep bir yerlerden şapkadan tavşan çıkacak diye bekledim ama çıkmadı. İzlediğimiz dizi filmlere bakarsak farklı bir iş olmuştu. Trende geçen bir gece, havalimanında bir gün gibi restoranın arka mutfağını veren, yemeklerin nasıl zor çıktığını gösteren bir filmdi. Seyircisini bulmasını dilerim.