Türkiye olarak sürekli içinde yer aldığımız, bizlerin de canlı izlediği ve Suriye’de 11 gün içinde oldubittiyle sonuçlanan “Saldırganlığın Caydırılması” operasyonunda SMO (Suriye Milli Ordusu) ve HTŞ (Heyet Tahrir Şam) grupları Şam ve Halep’e girerek 8 Aralıkta Esad yönetiminin sonunu getirdi. Türkiye, bu süreçte öncesinde de dile getirdiği argümanı yineleyerek muhalif grupların özerk veya bağımsız bir devlet kurmaları yerine Suriye’nin toprak bütünlüğünü sürekli savunarak, halkın yönetimde söz sahibi olması isteğini dile getirdi.

Bu hikâyenin öncesini televizyonunu yeni açanlar için net bir şekilde hatırlatalım. Türkiye, Suriye'deki iç savaşın başlamasıyla birlikte 2011 yılından itibaren büyük bir Suriyeli sığınmacı akınına uğradı. Bu süreçte Suriyeli sığınmacıların Türkiye'ye gelme nedenleri, iç savaşın yarattığı şiddet, yıkım ve güvensizlik ortamı oldu. Süreci 3 ayrı dönemde incelememiz olayları daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.

İşte ana hatlarıyla sürecin gelişimi ve gelen sığınmacı sayıları:

1. Başlangıç Dönemi (2011-2013) 2011 yılında Suriye'de başlayan barışçıl protestolar, kısa sürede bir iç savaşa dönüştü. Esad rejimi ve muhalif gruplar arasındaki çatışmalar, sivillerin yaşamını tehdit etti. Bu dönemin İlk yılında Türkiye'ye gelenler on binlerle sınırlıydı. 2013'e gelindiğinde yaklaşık 500 bin Suriyeli sığınmacı Türkiye'ye ulaştı. O zamanlar biz de neyin ne olduğunu tam olarak anlayamadığımız için her gelene hoş geldin dedik.

2. Yoğun Göç Dönemi (2014-2016) Bu yıllarda Esad yönetiminin zayıflaması ve oluşan otorite boşluğu Şiddet olaylarının artması, DAEŞ ve diğer terör örgütlerinin ortaya çıkışı, Halep gibi büyük şehirlerde yıkıcı çatışmalar, kitlesel göçe neden oldu. 2016'da Türkiye'deki Suriyeli sığınmacı sayısı 2,8 milyona ulaştı. Ve bu rakam beklenenden çok fazlaydı ve iç huzursuzluğa sebep oldu.

3. Stabilizasyon Dönemi (2017 ve sonrası)  Türkiye'nin sınır güvenliği politikaları, Suriye'nin bazı bölgelerinde istikrar sağlanması ve Avrupa Birliği ile yapılan anlaşmalar göçün hızını azalttı. Ancak halen gelenler oldu. 2024 itibarıyla Türkiye'deki Suriyeli sığınmacı sayısı yaklaşık 3,3 milyon olarak tahmin ediliyor. Ancak bazı kaynaklar bu sayının kayıt dışılarla beraber 5-5.5 milyon civarında olduğunu söylemektedir. Ancak resmi verileri dikkate almalıyız.

Ülkemize yapılan bu oranda büyük bir göçün tabii ki nedeni turistik değil insanlık dramıyla alakalıydı. Sığınmacıların Türkiye'ye geliş nedenleri özetlersek;

1. Savaş ve Şiddet: Bitmek bilmeyen bombardımanlar, Esad rejiminin kimyasal silah kullanımı, açlık, su ve sağlık hizmetlerine erişim sıkıntısı halkı bıktırdı. Bu ortamın yarattığı açlık, kargaşa, yokluk ve ölümler halkı canından bezdirdi.

2. DAEŞ ve Terör Örgütleri: Otorite boşluğuyla bölge coğrafyasında mantar gibi üretilen terör örgütlerinin Suriye coğrafyasına bilerek adreslenip ve konuşlanmaları özellikle 2014 sonrası terör örgütlerinin kontrolündeki bölgelerden kaçışı arttırdı. Kalanlar eziyet gördü, malları, evleri ellerinden alındı. Bu bölgeler ekonomik olarak da sömürüldü.

3. Türkiye'nin Açık Kapı Politikası: Türkiye’nin, 2011'den itibaren "açık kapı" politikası uygulayarak sığınmacıları kabul etmesi bu bölgesel göçü daha da arttırdı. Türkiye geçici koruma statüsü altında milyonlarca sığınmacıyı kabul etti. 2014 yılında yürürlüğe giren Geçici Koruma Yönetmeliği ile hukuki bir çerçeve oluşturdu. Sonrasında bu yükün paylaşılması kapsamında 2016 yılında Türkiye- AB Göç Anlaşması gibi mutabakatlar imzalandı. Geleneksel Türk konukseverliğinin abartılı bir şekilde sergilenmesi yer yer ülkenin gerçek sahipleri ve misafirleri arasında gerilimi arttırdı.

Sığınmacıların büyük kısmı İstanbul, Gaziantep, Şanlıurfa, Hatay gibi büyük şehirlerde yaşıyor. Eğitim, sağlık, iş gücü piyasasına bütünleşme gibi konular Türkiye için önemli bir sosyal ve ekonomik yük oluşturdu. Suriyeli sığınmacılar konusundaki tartışmalar, uluslararası yardımlar, Türkiye’nin stratejik durumu ve göçmen politikaları bağlamında halen devam etmektedir.

Şimdi konunun öncesi ve şu anki sürecini kavradıktan sonra yeni düzenin olası sonuçlarını değerlendirelim.

Esad rejimini 61 yıl sonra 8 Aralıkta sonlandıran her iki grup da ideolojik olarak birbirinden farklı olup, SMO Türkiye ile iş birliği içerisinde hareket ederken, HTŞ bağımsız hareket etmektedir. Operasyonun başlangıç tarihi olan 27 Kasım’da iki büyük muhalif grup olan Suriye Milli Ordusu (SMO) ve Heyet Tahrir Şam (HTŞ), iş birliği yaparak rejim güçlerine karşı galibiyet elde ederek Suriye’yi özgür kıldılar. Bizi ilgilendiren kısmını kısaca özetlersem; Deyrizor’a ilerleyerek bölgedeki PKK/YPG güçlerini uzaklaştırdılar. HTS (Heyet Tahrir el-Şam) ve SMO (Suriye Milli Ordusu), "Özgürlük Şafağı Operasyonu" kapsamında PKK/YPG'nin kontrolündeki bazı bölgeleri geri almayı başardı. SMO, Tel Rıfat bölgesinde yoğunlaşan operasyonlarla PKK/YPG'nin terör koridoru oluşturma planını engellemek amacıyla ilerledi.

Bu süreçte ele geçirilen yerler arasında Tel Rıfat ilçe merkezi, 24 köy ve stratejik noktalar yer aldı. Operasyonun amacı, PKK/YPG'nin kuzey Suriye'de genişleme ve Türkiye sınırına tehdit oluşturma çabalarını durdurmaktı. Bu kapsamda, örgütün lojistik bağlantıları kesildi ve bölgede dengeler yeniden şekillenmeye başladı. Buraya kadar gidişatla ilgili bir sorun yok. Esas şüphe bu durumun bizden başka kimlere ne fayda ve zarar sağlayacağı konusudur.

O halde bu yeni dengeden nemalanan ülkelerin şu anki kazanım ve kayıpları hakkında biraz beyin fırtınası yapalım.

İsrail: Suriye'nin parçalanması veya merkezi otoritesinin zayıflaması, İsrail'in bölgedeki rakiplerinin (örneğin, İran ve Hizbullah) etkisini azalttı. İsrail, kuzey sınırlarında bir tampon bölge oluşturma stratejisi kapsamında, Suriye'nin bölünmesinin kendi güvenliği açısından avantaj sağlayabileceğini öteden beri düşünmekteydi. Suriye'de zayıflayan bir yönetim, İsrail'in "Arz-ı Mevud" (Vad Edilmiş Topraklar) vizyonunu güçlendirme veya bölgede daha etkin bir rol oynama fırsatı sunabilir. İsrail’in tarih boyunca ulaşmak istediği hedefe katkı olabilecek en kötü gelişme ise Suriye halkının eline geçirdiği bu fırsatı tam kullanamayıp 3-4 bölgeye bölünmesi olabilir. Bu bölünme ise asla Türkiye’nin işine gelecek bir gelişme olamaz. Sürekli Suriye’nin toprak bütünlüğünden bahsedilerek kast edilen aslında hükümet yetkilileri tarafından bu tehlikeyi ön görmektir. İsrail güvenliği gereği Golan Tepeleri ve çevresinde İran ve Hizbullah’a yakın unsurların etkisini minimize etmek İran’ın Suriye’deki etkisini tamamen bitirmek ve Hizbullah’a lojistik destek sağlayan koridorları yok etmek için bu fırsatı değerlendirmeye daha ilk günden başladı. Ve şu anda neredeyse Şam’a 25 km mesafede üslenmiş durumda. İsrail 1974 yılında imzalanan Kuvvetlerin Ayrımlaştırılması Anlaşması’nı ihlal ederek İsrail-Suriye sınırındaki ayrıştırma bölgesine girmekte ve Suriye topraklarını işgal etmektedir. Ama Suriye’de zayıf ve merkezi olmayan bir yönetimin devamını sağlamak, böylece Suriye’den İsrail’e yönelik stratejik tehditleri azaltmak en büyük isteğiydi ve isteği gerçekleşti.

Gelelim BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)  konusuna; (BOP), bölgedeki sınırların yeniden çizilmesi ve demokrasi adı altında ekonomik ve politik olarak Batı'ya bağımlı rejimler oluşturmayı hedefleyen bir plan olarak görülmektedir. Suriye'nin mevcut yönetim değişikliği, bu bağlamda bölgedeki otoriter rejimlerin yerini Batı destekli yönetimlerin almasına ve kaynakların kontrol edilmesine zemin hazırlayabilir. Suriye'nin zayıflaması, bölgenin enerji kaynaklarının ve suyollarının yeniden düzenlenmesine katkı sağlayabilir. Bu paylaşımın en büyük hissesini ABD almaktadır.

Suriye'nin kuzeyinde bir Kürt yönetiminin kurulması, BOP’un "Büyük Kürdistan" planına hizmet edebilir. Bu durum, hem Suriye'nin bölünmesini hızlandırabilir hem de İsrail'in bölgedeki çıkarlarına hizmet eden bir müttefik yaratabilir. İsrail'in, Suriye'deki Kürt grupları desteklediği bilinen bir gerçektir ve bu da dolaylı olarak BOP hedeflerini güçlendirebilir. İşte bu alanda Türkiye bölgedeki tüm caydırıcılığını, etki ve yetkisini devreye sokmalıdır.

Konuyu İran ve Rusya açısından ele aldığımızda; Suriye yönetiminin el değiştirmesi, İran ve Rusya'nın bölgedeki nüfuzunu zayıflatabilir. İsrail, İran'ın Suriye'deki etkisini sınırlamak için uluslararası destekle birçok operasyon gerçekleştirmiştir. Bu durum, bölgedeki güç dengesini İsrail ve Batı lehine değiştirebilir. Hizbullah’ın Suriye’de etkisini kaybetmesi İran’ın hiç haz almadığı bir durumdur. Hizbullah’tan boşalan güç merkezinin yerine PKK/YPG terör örgütünün ABD ve İsrail desteğinde replase edilmesi İran ve Türkiye için asla kabul edilebilir bir angajman olamayacaktır.

Rusya’nın Esad’ın devrilmesine rağmen bölgedeki varlığını ve Suriye’deki stratejik üslerini (Lazkiye ve Tartus) korumak ve nüfuzunu sürdürmek en büyük hedefidir. Alevi bölgelerinde bir özerk yönetim veya Rusya’ya bağlı bir tampon bölge oluşturulabilir. Yeni rejimle ekonomik ve askeri ilişkiler kurarak Suriye üzerindeki etkisini devam ettirmeye devam edebilir.

İran’da şimdilik Esad’ın devrilmesiyle Rusya gibi kaybedenler grubunda. Şii milisler ve Hizbullah üzerinden Suriye’deki etkisini devam ettirmek, Suriye’yi, Irak’tan Lübnan’a uzanan Şii Hilali stratejisinin bir parçası olarak tutma gayreti hiç bitmeyecek. Esad sonrası dönemde İran’ın nüfuzu zayıflayabilir, bu da bölgesel politikalarını yeniden gözden geçirmesini gerektirebilir. İran Dini lideri Hamaney’in dediği gibi ‘Suriye’de yaşananlar Amerika ve İsrail’in ortak planıdır. Ayrıca bölgede komşu bir ülkede bu sürece yardımcı olmaktadır ‘ diyerek bu süreci kendi bakış açısıyla özetlemiştir. Burada bahsedilen Türkiye’dir ama bahsedilmeyen İran’ın bu bölgede Sünni nüfusu katlederken kimin planını uyguladığıdır.

Ara Sonuç olarak, Suriye'nin mevcut yönetim değişikliği veya parçalanması, hem İsrail'in bölgesel stratejik hedeflerine hem de BOP çerçevesinde bölgedeki sınırların yeniden şekillendirilmesine doğrudan katkı sağlayacaktır. Ancak bu süreç, bölgedeki birçok ülke için güvenlik riskleri ve istikrarsızlık yaratma potansiyeline de sahiptir.

ABD açısından ele aldığımızda, Esad sonrası dönemde Suriye’nin İran ve Rusya etkisinden uzak, daha demokratik ve Batı yanlısı bir rejime sahip olmasını hedeflemektedir. Bu gerçekte vitrin hedefi olup, İsrail’in yolunu açacak ve kendi menfaatlerine uyacak her türlü gizli hedefe kavuşmak için bölgedeki vekili olan PKK/YPG ile stratejik işbirliğine Terörle Mücadele kapsamında IŞİD ve El Kaide bağlantılı grupların yeniden güçlenmesini önlemek kılıfıyla; tam gaz devam edecektir. Kuzeydoğuda Kürtlerin güçlü olduğu bir özerk yapıyı yani sözde ‘Kürdistan’ı destekleyerek hem Türkiye’yi bölmeyi amaçlayarak 1984 yılında başlattığı bu sinsi plana NATO ittifaklığı gereği(!) sadık kalmaya devam edecektir. Bölgede hızla gelişen olaylarda sahne dışında kalmamak için ABD’li yetkililerin Türkiye ve bölge ülkelerine yaptığı ziyaretleri de sıklaştırmasının sebebi de bu hain planına olan sadakatinden kaynaklanmaktadır. Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Metin GÜRAK, ABD Genel Kurmay Başkanı Charles Q. BROWN Jr. İle temas halindedir, tek amaç Türkiye’yi psikolojik olarak olası harekâttan ve bir operasyondan vazgeçirecek hamleleri ahtapot misali ortaya koyup kuvvet merkezini Suriye’ye kaydırmasını önlemektir.

 ABD ile paralel bir politika izleyen İngiltere, Suriye’nin demokratikleşmesi ve Rusya-İran ekseninden uzaklaştırılmasını desteklemektedir. Suriye'de doğrudan faaliyet gösteren büyük İngiliz firmaları genellikle sınırlıdır ve genelde yardım kuruluşları veya insan hakları organizasyonları üzerinden dolaylı bir etkileri vardır Ancak enerji sektörü, insani yardım ve yeniden inşa projelerinde dolaylı bir etki yaratabilen İngiliz şirketleri mevcuttur. Yeniden inşa sürecine dolaylı yoldan katılım, İngiliz şirketlerine fırsatlar yaratabilir. İngiltere'nin bölgedeki doğrudan müdahalelerinin Rusya ve İran gibi aktörlerle gerginlik yaratma potansiyeli vardır.

Esad’ın devrilmesi sonrası Suriye’nin yönetimi, uluslararası ve yerel aktörlerin çıkar çatışmalarına sahne olacaktır. HTŞ, daha faydacı dönüşüm çabalarıyla geçiş sürecinde yer almak isteyecektir, ancak bu durum uluslararası toplumda ciddi tartışmalara yol açacaktır. Türkiye, ABD, Rusya ve İran gibi aktörlerin çıkarları, Suriye’nin gelecekteki yapısını şekillendirecek en önemli unsurlar olacaktır. Türkiye için korkulan HTŞ ve PKK/YPG kontrolünde iki ayrı devlet kurulmasıdır. Radikal Geçmişi ile HTŞ’nin kökenleri El Kaide’ye dayanmakla birlikte, uluslararası toplumun tepkisini azaltmak için ideolojik olarak daha faydacı bir çizgiye kaydığı gözlemleniyor. Ancak bu, Batılı ülkeler ve Rusya gibi aktörler tarafından hâlâ "terör örgütü" olarak görülmesini değiştirmiyor. HTŞ, ABD, Rusya ve BM tarafından terör örgütü olarak tanımlandığı için uluslararası arenada ciddi bir meşruiyet sorunu yaşıyor. HTŞ ile ortak bir operasyon yaptığı düşünülen bir Türkiye görüntüsü uluslararası platformda Türkiye’nin görünümünü ve itibarını zedeleyecektir. HTŞ, mevcut "Kurtuluş Hükümeti" yapısını genişleterek, İdlib’i kendi kontrolünde bir "mini devlet" haline getirebilir. İdlib’deki yönetim modeli, HTŞ’nin İslami kurallara dayalı bir sistemini yansıtacaktır. Bu, yerel halkın desteğini kazanma veya kaybetme durumuna göre şekillenecektir. HTŞ, radikal geçmişinden tamamen koparak daha geniş koalisyonlara dahil olmayı hedefleyebilirse; Bu durumda, ulusal geçiş hükümetlerinde veya federal yapılarda temsil edilmeyi başarabilir.

Bu aşamada bizi ilgilendiren konu HTŞ’nin Türkiye’nin bölgedeki askeri varlığını ve desteğini kabul ederek İdlib’in bir tür "tampon bölge" olarak kalmasını sağlaması olabilir. Türkiye, HTŞ ile açık bir ittifaktan kaçınsa da, grubun bölgesel düzeyde denetlenebilir bir yapıya dönüşmesini destekleyebilir. HTŞ’nin tamamen marjinalleşmesi veya radikalleşmesi, Türkiye için sınır güvenliği ve göç sorunlarını daha da karmaşık hale getirebilir. O yüzden Türkiye’nin HTŞ ile atacağı adımlar çok önemli.

Aslında olayın gerçek ve tek aktörü ve birincil kişisi olarak Suriye açısından incelediğimizde Hükümetin öncelikli hedefleri arasında Münbiç ve Fırat’ın doğusunu kontrol altına almak, PKK/YPG gibi terör örgütlerinden temizlenen bölgelerde istikrar sağlamak ve 1 milyon Suriyelinin Türkiye’den gönüllü olarak dönüşünü organize etmek yer alıyor. Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesi sonrasında muhaliflerin geçici hükümet kurma çabaları ve büyük güçlerin yeni rejimdeki rolleri oldukça karmaşık ve çok boyutlu bir süreç olacaktır. Bu sürecin şekillenmesi, sahadaki askeri durum, etnik-mezhepsel yapı ve uluslararası güçlerin çıkarlarının kesişimine bağlıdır. Muhalifler, Esad sonrası bir yönetim oluşturma hedefiyle çeşitli platformlarda birleşmeye çalışıyor. Ancak aralarındaki ideolojik, etnik ve mezhepsel farklılıklar nedeniyle birleşme çabaları zayıf kalmaktadır. Mart 2025’e kadar ülkeyi yönetecek yeni Suriye hükümetinin ilk toplantısı Suriye Geçici Hükümet başkanı Muhammed El Beşir tarafından 11 Aralık günü gerçekleştirildi. Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK) ve Suriye Geçici Hükümeti, muhaliflerin uluslararası alanda tanınan en önemli platformlarıdır. Ancak sahadaki askeri gruplarla bu yapılar arasında koordinasyon eksikliği bulunmaktadır. Suriye Hükümetini bekleyen en büyük koordine sorunu ilerleyen haftalarda HTŞ ve SMO arasında yaşanacak bölgesel nüfuz, imtiyaz ve güç kapma dengesinde yaşanacaktır. HTŞ, muhalifler arasında güçlü bir askeri varlık olsa da, ideolojik radikalizmi nedeniyle geçici hükümette yer alması uluslararası toplum tarafından reddedilmektedir. İlerleyen aylarda yaşanacak bir diğer zorluk ise Etnik ve Mezhepsel ayrılıklar yani Sünni Araplar, Kürtler, Türkmenler, Dürziler ve diğer gruplar arasında ortak bir yönetim formülü bulmakta yaşanacaktır. ABD, Türkiye ve Batı ülkelerinin desteklediği gruplar ile İran ve Rusya destekli gruplar arasında çatışmalar, geçiş sürecini daha da karmaşık hale getirmektedir. Öte yandan Suriye'nin etnik ve mezhepsel yapısı, Esad sonrası dönemde daha keskin ayrışmalara sahne olabilir. Esad sonrası Suriye, parçalanmış bir yapıya sahiptir. Bu durum, etnik ve mezhepsel ayrışmayı derinleştirecek ve dış aktörlerin daha fazla müdahil olmasına zemin hazırlayacaktır. Türkiye'nin bölgedeki etkisi artabilirken, İran ve Rusya'nın da nüfuzunu korumaya çalıştığı bir güç mücadelesi yaşanacaktır. Toprak bütünlüğünün korunması giderek zorlaşacak ve Suriye, federal veya parçalanmış bir yapı olarak uluslararası arenada şekillenecektir.

Whatsapp Image 2024 12 12 At 16.52.32

Sonuç

Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesi, Türkiye için çeşitli tehditler, fırsatlar ve stratejik değişimler yaratabilir. Bu durumun etkileri kısa, orta ve uzun vadede farklı boyutlarda hissedilecektir. İşte olası gelişmeler:

Güvenlik Sorunları: Esad rejiminin devrilmesiyle oluşacak güç boşluğu, terör örgütleri (PKK/YPG, DEAŞ gibi) ve aşırı grupların etkinliğini artırabilir. Özellikle sınır bölgelerinde kontrolsüzlük, Türkiye'ye yönelik tehditleri artıracaktır.

Mülteci Akını: Yeni bir çatışma ortamı veya iç savaş senaryosu, Türkiye’ye yönelik yeni bir mülteci dalgasına yol açabilir. Bu durum, hem ekonomik hem de sosyal gerilimlere neden olabilir.

PKK/YPG Terör Örgütü: PYD/YPG terör örgütünün, boşluktan yararlanarak bağımsız bir Kürt devleti ya da özerk bir yapı oluşturma çabalarını artırması muhtemeldir. Bu durum, Türkiye’nin milli bütünlüğüne tehdit oluşturabilir. Bu Konu ile ilgili müttefiklerimizin PKK/YPG lehine çabaları da ayan beyan ortadadır.

Radikalleşme: Kontrolsüz bölgelerde radikal örgütlerin güç kazanması, Türkiye’ye yönelik sınır ötesi saldırılara zemin hazırlayabilir.

Avantajlar ve Fırsatlar

Yeni Bir Suriye Yönetimi ile İşbirliği: Esad sonrası Türkiye ile olumlu ilişkilere açık, Batı ile uyumlu bir yönetim kurulması durumunda, iki ülke arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkiler gelişebilir.

Rekabetin Azalması: Rusya ve İran'ın Suriye üzerindeki nüfuzunun azalması, Türkiye’nin bölgede daha etkin bir rol üstlenmesini sağlayabilir.

Güçlü Bir Siyasi Etki: Türkiye, Suriye’nin yeniden inşasında lider rol oynayarak hem ekonomik hem de siyasi nüfuzunu artırabilir. Bu süreçte Türk firmaları ve yatırımları ön plana çıkabilir.

Stratejik ve Konjonktürel Gelişmeler

Bölgesel Güç Dengesi: Esad’ın devrilmesi, Türkiye’nin bölgedeki ağırlığını artırabilir. Ancak bu durum, İran ve Rusya gibi ülkelerle yeni bir rekabeti de beraberinde getirebilir.

ABD ve NATO İlişkileri: Esad sonrası Türkiye’nin Batı ile daha yakın işbirliği yapma ihtimali artabilir. Ancak bu, Türkiye’nin bağımsız dış politika stratejisini nasıl şekillendireceğine bağlıdır.

Doğu Akdeniz Politikaları: Türkiye’nin Suriye kıyılarındaki varlığı ve nüfuzu, Doğu Akdeniz’de enerji politikalarına yeni bir boyut kazandırabilir.

Arap Dünyasıyla İlişkiler:

Türkiye, Esad sonrası süreçte Arap dünyasıyla ilişkilerini güçlendirebilir. Bu durum, özellikle Körfez ülkeleriyle ekonomik ve siyasi işbirliği fırsatları doğurabilir.

Esad yönetiminin devrilmesi, Türkiye açısından hem ciddi riskler hem de büyük fırsatlar barındırmaktadır. Türkiye, bu süreçte, sınır güvenliğini ve istihbarat faaliyetlerini artırmalı, olası yeni mülteci dalgasını yönetmek için uluslararası destek aramalı, PKK/YPG’nin güç kazanmasını önlemek adına askeri ve diplomatik tedbirler almalı, Suriye’nin yeniden inşa sürecinde aktif rol alarak bölgedeki etkisini artırmalı, Rusya, İran ve ABD ile dengeli bir dış politika izlemeli, yeni oluşacak yönetimle sağlam bir diplomasi geliştirmelidir.

Bizim açımızdan bu yeni dengenin tesisinde en önemlisi PKK/YPG konusudur. Türkiye’nin PKK/YPG bağlantılı grupları zayıflatmak ve tamamen bitirmek, Kuzey Suriye’de güvenli bölgeler oluşturarak, Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyarak mültecilerin geri dönüşünü sağlamak en büyük hedefi. Türkiye, sınır güvenliğini sağlamak ve PKK bağlantılı unsurları kontrol altına almak için operasyonlarına devam etmelidir. Türkiye'nin askeri varlığı bu bölgelerde duruma göre kalıcı olabilir. Güvenli bölgeler, Türkiye'nin öncelikli gündemi olmaya devam edecektir. Geçici hükümet ve ılımlı muhalif grupları destekleyerek bölgedeki nüfuzunu artırmak, İdlib’deki dengeyi korumak ve HTŞ’yi kontrol altında tutarak uluslararası tepkileri azaltmak diğer hedefleri olmalıdır. Rakka’da PKK/YPG varlığı sahnelenen DAEŞ tiyatrosu sayesinde kadim dostumuz (!) ABD tarafından yakından takip edilmekte ve bahse konu terör yapısının varlığının sözde haklılığına kılıf oluşturmaktadır. Aynı ABD’nin başına ödül koyduğu Afgan Bakan ise DAEŞ tarafından Afganistan coğrafyasında öldürülüyor. Suriye coğrafyasında düşmanı olan DAEŞ terör örgütü Afganistan’da vekili olabiliyor. Öte yandan SMO tarafından kıskaç altına alınmak istemeyen PKK/YPG Süleyman Şah’ın naaşını Ayn El Arab’ın güneyindeki orijinal yerine iade etmeyi teklif edecek kadar şirinlik peşindeler. Terör örgütü elebaşı Mazlum ABDİ ‘Güçlerimize yönelik saldırılar nedeniyle DAEŞ’e karşı tüm operasyonları askıya aldık. Örgüt artık Suriye çölünde daha güçlü’. Sanırsınız ABD’nin NATO müttefiği, ABD ile omuz omuza gerçek bir savaşta. Yalan içinde dolan. ABD’ye ait 32 milyon dolarlık SİHA’nın yanlışlıkla PKK/YPG tarafından Türk Sihası sanılarak düşürülmesi bile ABD’yi olayın failini çok net bildiği halde ‘Sihamızın kimin tarafından düşürüldüğü tespit edilememiştir’, diye bir açıklama yapma gerekliliğine itmiştir. Gerçekten çok komiksin ABD.

Anlaşıldığı gibi yeni kurulan düzende dengeler çok hassas. Belirsizlik paydaşında buluşan tüm ülkeler de bu coğrafyadaki milli menfaatlerine çok düşkün. O yüzden Türkiye’nin bu dönemde gözünü bir an olsun bile Suriye coğrafyasından ayırmaması şart. Nitekim geçici hükümetin kurulmasından bir gün sonrasında Dışişleri Bakanı Hakan FİDAN ve Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı İbrahim KALIN’ın Şam’ı ziyaret edip Suriye Geçici Hükümet başkanı Muhammed El Beşir ve HTŞ lideri Muhammed COLANI ile temaslarda bulunması Türkiye açısından önemli temaslardır ve devam etmelidir.

Türkiye’nin stratejik konumu, bu tür bir değişimden hem zarar hem de kazanç sağlama potansiyelini taşımaktadır. Ancak, doğru bir planlama ve işbirliği politikasıyla bu dönüşümden avantajlı çıkmak mümkündür.