Osmanlı Devleti döneminde Türk Milleti, köpeklere, kedilere ve diğer sokak hayvanlarına bakmak için pek çok vakıf kurmuş ve “Mancacı” ismi verilen insanlar görevlendirmişti. Birçok Osmanlı şehrinde kar yağdığında ve soğuklar bastırdığında şehirlere ve kasabalara inen aç kurtların ve kuşların beslenmesi için belirli yerlere düzenli şekilde et, ciğer, sakatat, darı, buğday ve ot koyan vakıflar tesis edilmişti. Ayrıca bütün mahallelere köpekler, kediler ve kuşlar için sokak başlarına taştan su yalakları, çeşmeler yapılmış ve belirli vakitlerde su kapları bırakılmıştı. Devletin başında bulunan padişahlar sadece milletinin refahı için çalışanların yanısıra çevre korunması ve hayvan hakları konusunda asla geri durmamışlardır.

İşte; “padişahların dilsiz dostlarımızı koruma fermanları” bunun en belgeli gerçeğidir.

Fransız yazar Lamartin ise gözlemlerinde: “Müslümanlar canlı ve cansız mahlukatın hepsi ile iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini gösterirler. Bütün sokaklardan mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır, bazı Müslümanlar ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da bu hayvanlara yem serpilmesini sağlarlar.” Conte de Bonneva ise eserinde şöyle demiştir: “Türkler, kedi, köpek vs gibi başıboş hayvanlar içinde vakıflar tesis ederler. Kasaplar da her gün bu gibi hayvanların bir miktarını vicdanen beslemekle mükelleftirler.”

Fatih Sultan Mehmet çevre nizamnamesinde, hasta ve bakıma muhtaç olanlar için gıda maddesi buhranı vaki olduğunda görevlendirdiği silahlı kişilere “… hayvanat-ı vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sırada balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar” demiş, hayvanlara ne kadar önem verdiğini göstermiştir. Ayrıca vakfiyesinde, imaretlerde kalan misafirlerin binek hayvanlarına yem verilmesi için tahsisat ayırmıştır.

Sultan II. Beyazıt zamanında hazırlanan İstanbul Belediye Kanunnamesi’ndeki hükümde hayvanlarla ilgili şunlar yazılıdır:

“ Ve ayağı yaramaz bargiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sahibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele. Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah u Te’ala yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer’i hükmi vardır.”

Kanuni Sultan Süleyman Süleymaniye Camii’nin yapımında yük taşıyacak hayvanların bakımları, taşıyacakları ağırlıkları ile ilgili fermanlar yayınlamıştır. Sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhü’l- İslam Ebussud  Efendi’den şu beyti yazarak fetva ister:

Dırahta ger ziyan etse karınca, Zarar var mıdır, anı kırınca? (Ağaca karınca zarar verdiği zaman, onu kırmanın, yok etmenin mahzuru var mıdır?)

Ebussud Efendi de bir beyitle ona cevap verir: Yarın Hakkın divanına varınca, Süleyman’dan hakkını alır karınca. Tabiat karıncasının bile incinmemesini istemektedir.

1542 yılında İstanbul’da Sadaret Kaymakamı olan Koca Mehmet Paşa, şehri teftiş ederken bir ağaca bağlı sırtında odun yükü taşıyan bir at görür ve sahibinin nerede olduğunu sorar. Lokantada karnını doyurduğunu öğrenince çok kızar ve adamı yaka paça getirtir, atın sırtındaki küfeleri adamın sırtına yükletip ibret-i alem olsun diye adamı aynı ağaca bağlatır.Ata bir akçelik kuru ot aldırır. At bu otu yiyene kadar adam sırtında ağır odun yükü ile ayakta bekler. Top arabası çeken büyükbaş hayvanlar yaşlanınca kasaplara satılmaz, ölene kadar iyi bakımları sağlanırdı. 

Mimar Sinan Kayseri de ki vakfiyesinde:”Ağırnas köyünde yaptırdığım çeşme ile  etrafındaki geniş arazi, hayvanların yemesi, su içmesi ve dinlenmeleri  içindir.” demiştir. 

1587 tarihinde padişah III. Murat yük hayvanlarına taşıyabileceklerinden fazla yük yüklenilmemesi hususunda ferman yayınlamıştır. Bu fermanda şöyle demektedir:

“İstanbul kadısına hüküm ki, şu anda İstanbul Muhtesibi olan Mehmet çavuş mektup gönderip şehir içinde at hamallarının; zayıf, kemikleri çıkmış, sakat ve nalsız, semerleri harap, beygir ve katırlarına takatlerinden fazla yük vurduklarını, hayvancıkların yıkılıp helak olduğunu haber vermiştir. Adı geçen hamallar taifesini hayvanlarını besleyip, sakat ve zayıf hayvanlara tahammülünden fazla yük vurmayıp, hayvanlarını katar halinde yularlarından çekerek yola çıkmaları için hamallara ve kethüdalarına tembih olunması hakkında emri şerifimi istemektedir. Bu hususta buyurdum ki: emrim sana ulaşınca adı geçen hamal taifesini kethüdalarıyla birlikte toplayıp cümlesine tembih ve te’kit eyleyesin ki, bunan sonra hayvanlarını besleyip, sakat ve zayıf hayvanlara taşıyabileceğinden fazla yük vurmayıp ve yük ile yolda giderken hayvanlar birden çok ise birbirine katarlayıp kendileri sürüp arkalarından yürümeyeler” Mazmun-ı hümayun ile amel oluna… Rebiülahir 995 “Mart 1587”

Sultan II. Osman (Genç Osman), çok sevdiği Sisli Kır adlı atı öldüğün de Üsküdar’da ki Kavak sarayının avlusuna defnettirmiş, başına da mezar taşı diktirmiştir. Rivayete göre daha sonra insanlar, hasta atlarının şifa bulması için, Sisli Kır atın mezarı başında üç defa tavaf etmeye başlamışlar, Sisli Kır atın adı da bu nedenle at evliyası olmuştur.

2 Ekim 1856 tarihli Abdülmecit zamanında hazırlanan atlar için hafta tatili emirnamesinde hayvanlara iyi davranılması hatırlatılmış ve şöyle denilmiştir:

“Saadetli efendim hazretleri, beyana gerek olmadığı üzere, beygir hamallarının Cuma günleri tatil eylemeleri ve beygir sahiplerinin beygirlerin boş olduğu halde, üzerine binmemek halde semerleri üzerine demir çubuklar mıhlattırılmaları eski adettendir. Fakat bir müddetten beri bu usule riayet edilmeyerek Cuma günleri tatil edilmemekte ve sahipleri beygirleri yüklü olmadığı halde üzerlerine binerek birtakım çoluk çocuğa çiğnettirmektedirler. Bu hal layıksız bir şeydir ve asla caiz değildir. Bundan böyle bunların Cuma günleri tatil ederek semerleri üzerine dahi çivi mıhlattırmaları kati olarak sağlanmalıdır. Ayrıca bu hususta beygir hamalları ile bu tür iş yapan sebze taşıyan esnafın kethüdalarına gerekli tebligatın yapılması, esnafın devamlı kontrol altında bulundurulması… “

Kısacası: İnsan yaşamının olmazsa olmazı olan tabiatı ve dilsiz can dostlarımızı korumak en büyük görevimizdir. Osmanlı’da devlet ve toplum, sokak hayvanlarını sevgi ve şefkatle kuşatırdı. Kedilere, köpeklere, kuşlara ve diğer hayvanlara bakmak ve beslemek, cümle Osmanlı insanı için büyük bir haz ve hayır kaynağıydı. Bilhassa soğuk kış mevsimlerinde buna ayrı bir önem verilir, hassasiyet gösterilirdi. Kışın çetin ve sert geçtiği aylarda sadece yerleşim yerlerindeki sahipsiz hayvanlar değil, yerleşim yerleri dışındaki yabani hayvanlar da düşünülür, onların ihtiyaçları da giderilmeye çalışılırdı.