Satranç oyununun, zihinsel enerjileri dar ve sınırlı bir alana hapsederek, en zorlayıcı düşünce eyleminde bile beyni bitkin düşürecek yerde onun ataklığını ve çevikliğini keskinleştirmek gibi mucizevi bir üstünlüğü vardır diyor Stefan Zweig. Ben de bu hafta ki yazımda siz kıymetli okurlarım için Satranç kitabını incelemeye aldım. Zweig ‘dan Satranç kitabını okuduktan sonra, bu kitabın filmini de izlemenizi tavsiye ederim. Ancak öncelikle kitabı okumanızı öneririm. Üzerine filmi de eklenince büyük bir etki yaratıyor. Herkese keyifli okumalar diliyorum.
Stefan Zweig
28 Kasım 1881 günü Viyana ‘da doğan Zweig, Viyana Üniversitesi ‘nde felsefe okudu ve burada Hippolyte Taine Felsefesi üzerine hazırladığı tezi sayesinde, üniversitede doktora derecesi aldı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca biliyordu.
Yazarlığa başlangıç yıllarında Siyonizm ‘in kurucusu Theodor Herzl ile tanıştı, ilişkisini ilerletti ve Herzl, Zweig ‘ın denemelerini Neue Freie Presse Gazetesi ‘nde yayımlayarak, kariyer başında yazara destek oldu.
Zweig, Birinci Dünya Savaşı ‘nda orduya gönüllü olarak katıldı ve Viyana ‘da savaş arşivinde memur olarak görev yaptı. 1917 ‘de askerlikten muaf olunca İsviçre ‘ye gitti, savaş sona erince 1919 ‘da Avusturya ‘ya geri döndü. Hitler liderliğinde ki Nasyonal Sosyalizm diktatörlüğe başlayınca, kendisinin üstü de çizildi, hatta 1933 ‘de eserleri Naziler tarafından yakıldı. Nazi tehlikesinden kurtulamayacağını anlayan Zweig göçebe hayata başladı ve sırası ile İngiltere, Portekiz, Amerika, Arjantin, Paraguay ‘da yaşadı ancak son durağı eşi Lotte Altman ile beraber Brezilya oldu. 22 Şubat 1942 ‘de ise İkinci Dünya Savaşı ‘nın yarattığı etki, umutsuzluk duygusu ve Hitler ‘in zulmünden artık insanlığın kurtulamayacağı psikolojisi altında eşi ile birlikte intihar etti. İntihardan önce yazdığı mektubunu ise: ‘’Bütün dostlarımı selamlarım. Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun. Ben, her zamanki sabırsızlığım ile önden gidiyorum.’’ sözleri ile sonlandırdı.
Üç Büyük Usta, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar ve Kendileriyle Savaşanlar eserlerinden büyük ses getirenler oldu. İntiharından çok kısa süre önce kaleme aldığı Satranç ise en meşhur kitaplarından biri oldu.
Satranç
Kitapta, New York ‘tan Buenos Aires ‘e gitmekte olan bir yolcu gemisinde, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic ile dört ay boyunca Naziler tarafından sorgu odasında tutulup, zaman kavramı unutturulan, hiçlikle sınanan ancak burada çaldığı bir satranç kitabı sayesinde tek başına defalarca bu oyunu oynayan ve yüz elli oyunu öğrenen Dr. B karşılaşır. Burada Czentovic yazara göre Hitler Nazisi ‘ni temsil ederken, Dr. B ise Naziler tarafından zulme uğrayan insanların Hitler ‘e karşı galip gelebilme umududur. Kitabı okurken ve bu esnada satranç tahtasındaki karelerde ilerlerken inanılmaz bir insan psikolojisine rastlıyorsunuz.
Bu iki karakter arasında gemide iki satranç oyunu oynanır. Üzerine odaklanmamız ve incelenmesi gereken, düşündürücü olan, yazarın yaşadığı psikolojiyi okuyucusuna aktardığı yer bu oyunlardır.
İlk oyunda Dr. B, dünya satranç şampiyonu Czentovic ‘i yenerken, yazar Zweig bu mücadelede bizlere Hitler ile Avrupa ‘da ki insanların yaşadığı savaşı yansıtırken, Hitler ‘e karşı diğer insanların direnebilme umudunun var olduğunu aktarır.
İkinci oyuna gelindiğinde ise yazarın yaşadığı umutsuz psikolojiyi ve yine yazara göre insanlığın Hitler’e karşı kurtulmasının mümkün olmadığını hissediyorsunuz. Çünkü müsabaka anında eski günlerini hatırlayıp, sorgu odasında olduğu dönemdeki psikolojik travmayı yeniden hisseden Dr. B, Czentovic ile oynadığı ikinci oyunu, tutsak olduğu dönemdeki bir oyun ile karıştırır ve satranç masasından oyun bitmeden yenilgiyi kabul ederek kaçar.
Kitap boyunca Naziler tarafından zulme uğrayan insanların belki bir gün Hitler ‘e karşı galip gelebileceği umudunu bize Dr.B ile veren ve kitap sonunda Dr.B ‘yi bu mücadeleden çekilen, vazgeçen taraf olarak yansıtan yazar, İkinci Dünya Savaşı ‘nın karamsarlığı, umutsuzluğu ve Hitler ‘in diktatörlüğü sonucunda kendisi de hayat mücadelesinden vazgeçen taraf olmuştur.
Eseri okuyunca, uzun süre boyunca zaman kavramı unutturulmuş, hiçlik ve yalnızlık ile sınanan insan psikolojisini, masum insanların uğradığı zulmü, tüm bu umutsuzluk ve korku psikolojisini yazarın kendisinin de o yıllarda yaşayarak, bu kitapta kaleme döktüğünü hissediyorsunuz.
Yazımı her zaman olduğu gibi kitaptan aldığım güzel bir alıntı ile noktalıyorum.
‘Çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz’
Çok okuyun, kitapla ve sevgiyle kalın…