İlk “Sanayi İnkılâbı” sonrası Avrupa buharlı makinleşmeden sonra petrolle çalışan makineleşmeye geçti. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için sınırları dışında olan yerleri ele geçirmek için planlar geliştirdiler.

Osmanlı Devleti’nin yönetimi altında bulunan Ortadoğu bölgesinde petrolün varlığını öğrenince sinsi planlarını uygulamaya koydular. Birinci Dünya Savaşı sonrası buralarda “Petrol Cep Devletçikleri kurdular.”

Dikkat ediniz Ortadoğu tek veya en fazla üç devlet olabilirdi. O zaman bunlar güçlü olup kendilerine karşı gelebilirdi. Ne yaptılar. Petrol kuyularının birer bekçi kulübesi gibi “Petrol Cep Devletçikleri” kurdular yetmedi bunların güçlü olmalarını önlemek için birbirine düşürmek tekrar böldüler. Bu Petrol Cep Devletçikleri’ni sıralıyorum:

Suudi Arabistan, Irak, Kuveyt, Bahreyn, Lübnan, Katar, Yemen, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Filistin, Umman, Mısır. Bunları kontrol için ise İsrail’i kurdular.

Avrupa’nın bu aç gözlü sömürgeci anlayışları için Afrikalı bir lider ne güzel demişti:

“Batılılar(Misyonerler Afrika’ya geldiğinde bizim topraklarımız onların İncilleri vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda, bizim incilimiz, onların toprakları vardı.”  (Kenya'nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyata.)

Evet Osmanlı'nın sahip olduğu Ortadoğu'daki petrol bölgelerinde benzeri durumun aynısı yaşanmıştır. 

"Batılılar Ortadoğu'ya geldiklerinde bizim petrol bölgelerimiz, onlarını Arap dostları vardı. Anlaşalım dediler. Masaya oturduk. Masa da kalktığımızda bizim Arap din kardeşlerimiz, onların petrolü vardı." 

İşte II.Abdülhamit’in anlatımıyla Batılıların bu sinsi planlarının hikayesi:

"İngilizler'in, Ruslarl'a ülkemizi paylaşmak için yaptığı teklife Ruslar'ın "Hayır" demeleri üzerine İngilizler bana, önceleri anlayamadığım - nice aylar sonra fark edebildiğim - bir biçimde yanaşmaya başladılar.

İngiliz elçisi bir gün huzurda bana uzun uzun Anadolu, Suriye ve Hicaz topraklarının tarihin en büyük medeniyetlerine beşik olduğunu dedikten sonra, buralarda yeraltı kazıları yapmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Kesin bir cevap vermedim. Güya buraları kazılacak olsa, belki define bile bulunabilirmiş. Kaldı ki yeraltından çıkacak eski paralar, kırık destiler, heykelcikler define değerindeymiş. Bunlara bakarak belki tarih değişecek, çok kıymetli bilgiler elde edilecekmiş.

Bana eski Mısır yazısının okunmasının dünya medeniyetine ne büyük bir kazanç olduğunu söyledikten sonra, buralarda kazı yapmayı eğer Osmanlı idaresi masraflı buluyorsa, İngiltere Hükümeti'nin severek kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Adamlarını hemen gönderecekler, kazılara başlayacaklar, masraflarını kendileri ödeyecekler, üstelik buralarda bulunacak tarihi eserleri de - hiçbir bedel istemeden - bize bırakacaklarmış...

İngiltere ile yakın ilişkiler kurmak muradımdı. Bu teklifin altında ne yattığını bilmiyordum ama kabul ettim. Hemen Sadrazam Halil Rıfat Paşa'yı çağırdım. İngilizler'in tekliflerini anlattım ve bu gelecek heyetlerin çalışmalarını dikkatle takip etmesini kendisine tembih ettim.

Gerçekten İngilizler çok geçmeden birtakım bilginleri İstanbul'a gönderdiler. Ben kendilerini topluca kabul ettim ve çalışmalarında başarılar diledim. O akşam ziyafetteki öteki elçiler de davetli idi. Bilhassa Rus elçisinin, bu müsaadeden memnun olmadığı açıkça görülüyordu. Elçiye, tarihe ve medeniyete İngilizlerin yardım etmek istediklerini söylediğim zaman elçi, bariz bir tarzda tebessüm ederek konuşmamı dinliyordu.

Bilginlerin bir kısmı Kayseri'de, bir kısmı Musul'da, bir kısmı da Bağdat'a yakın bir noktada kazılara başladılar. Kazıları yerli amelelerle yapıyorlar, biz de bütün çalışmaları izleyebiliyorduk. Bu kazılardan birkaç kırık küp, desti, heykelcik ve birkaç lahitten (mezar) başka bir şey çıkmadı. İngilizler, küflü bakır paralara kadar çıkardıkları bu eşyaları bize teslim ediyorlardı.

Bu kazılar hakkında bilgi vermek için İngiliz elçisi sık sık huzuruma alınmayı istiyordu. Konuşuyorduk. Ben bütün bu fırsatları değerlendirerek yapmayı düşündüğüm ittifakın zeminini hazırlıyordum. İstiyordum ki, bu teklifi ben yapmayayım, bana İngilizler yapsınlar. O zaman teklif sahibi onlar olacaklar ve ben uygun bulursam kabul edecek, bulmazsam reddedecektim, böylece daha fazlasını koparmaya çalışacaktım.

Bu arada, yine anlayamadığım bir şey oldu. İngiliz elçisi bir gün heyecanla huzura girdi ve bana Musul çevresindeki kazılardan birinde çıkmış süslü bir kılıç getirdi. Kılıç kırıktı, fakat sapı çok kıymetli taşlarla işlenmişti. Elçi bir zelzele sırasında toprağın çöktüğünü, bir parçasının çok derinlere gittiğini, geri kalan parçasının da kazılarda bulunduğunu söyledi. Elçiye teşekkür ettim ve ihsanda bulundum. Fakat bizim istihbaratımızca böyle bir kılıcın bulunduğu bilinmiyordu. Ya haber alma teşkilatımız işlemiyor ya da bana bilmediğim bir oyun oynanıyordu. Çarşı esnafından, işten anlar kişilere kılıcı gösterdim. Bunlar, bu kılıcı eski bir kılıç değil, eskitilmiş bir kılıç olduğunu söylediler!..

Merakım büsbütün arttı, fakat kimseye bir şey sezdirmedim. Yalnız gelen haberlerden, Musul'daki ve Bağdat'taki heyetlerin yüzey çalışmalarını bırakıp kuyular açmaya başladıklarını öğrendim. O zaman maksatları ortaya çıktı. Beni, dürüstlüklerine inandırmak istiyorlar, böylece daha rahat çalışma imkânını elde etmek istiyorlardı. Kıymetli taşlarla donanmış ve eski diye bana sunulmuş kılıç da bu güveni bende arttırmak içindi. Aradıkları kırık küpler küçük heykelcikler değil, petroldü!...

Daha önce 1850’ yılında Romanya'da petrol bulunduğu için bunun kuyular açarak arandığını biliyordum. Nitekim bir süre sonra İngiliz elçisi, ayrı bir haber vermek vesilesiyle huzura girdiği zaman, Suriye ve Hicaz topraklarının büyük bir kısmının çöl olduğunu, buralarda susuzluk çekildiğini, bu yüzden buralarda barınılamadığını söyleyip, eğer uygun bulursam, İngiltere Hükümeti'nin buralarda insaniyet namına kuyular açtırmaya hazır olduğunu anlattı. Yalnız şartları vardı: Eğer buralarda su bulunur ve vahalar teşekkül ederse, çıkacak suyun kullanılmasını ahaliye bırakacaklardı, fakat suyun sahibi olacaklardı.

İttifak işi zaten istediğim şekilde yürümüyordu. Teklifi reddettim. Bunula yetinmedim, Musul ve Bağdat'ta açtıkları kuyuları da hükümetçe kapattım!.. İngilizler darılıp kazıları olduğu gibi bıraktılar."

II. Abdülhamit , İngilizlerin petrol politikasını ve buna mukabil aldığı tedbirleri böyle ifade ediyor. Ancak Musul ve civarındaki petroller sadece İngiltere'yi cezp etmiyor, sömürgeci bir politika izleyen Almanya ve diğer Batılı devletleri de çekiyordu.

II. Abdülhamit, denge siyaseti çerçevesinde Almanya'ya yanaşmıştı. Alman İmparatoru İstanbul'u ziyaret etmişti. Almanya da eski eser aramak bahanesiyle Musul petrollerine konmak istiyordu. Almanya'nın bu siyaseti Sultan'ın pek hoşuna gitmemiş, ancak yine de Osmanlı Devleti'nin menfaatlerini düşünerek Almanların isteklerine olumlu cevap vermişti.

Sultan:

"Bulurlarsa, petrolü ceplerinde götürmeyecekler ya... Buldukları kırık çanakları kendilerine veririz, petrol müsaadesi almamış oldukları için petrolü de biz kullanırız!" düşüncesindeydi.

 Evet Almanlar  petrolü ceplerine koymadılar; ama İngilizler Arap siyasetçilerin ihaneti ve iş birliği ile petrol bölgelerinde kendi uydu devletlerini yani "Cep Petrol devletçikler" kurdular. Petrol paralarını ceplerine koyup, antik eserlerimizde müzelerine götürdüler!