Bu yazımda incelemesini yaptığım kitap, bir fizikçiden bir psikiyatriste yani Albert Einstein tarafından Sigmund Freud’a 1932’de yazılan bir mektuptur, daha doğrusu karşılıklı mektuplaşmadır. “İnsanlığı savaş tehlikesinden kurtarmanın bir yolu var mıdır?” başlıklı bir mektubunda Einstein, Freud’a insanların savaş eğilimlerini ve bu eğilimin nasıl bastırılabileceğini sormuştur. Freud ise savaş ve yok etme güdülerinin insan ruhunda nasıl iç içe geçtiğini açıklamıştır. İkisinin de aslında tek hedefi daha barışçıl, insanca yaşanabilecek bir dünya yaratmaktır.

Çünkü o yıllarda uluslararası güvenlik arayışı başarısız kalmış ve bu başarısızlıklarda psikolojik etmenler de işin içindeydi. Birinci Dünya Savaşı son bulsa bile, ülkeler arası gerginlikler asla bitmemişti ve insanca yaşamak isteyenler için korku, endişe ve tedirginlik devam ediyordu. Nitekim bu korkularında haklıydı insanlık, çünkü 1939’da İkinci Dünya Savaşı patlak verecekti.

Bu konu artık uygarlıklar için ölüm kalım meselesiydi ve Einstein bu sorusunu sıradan bir insana soramazdı çünkü ona göre sıradan insanların net kanılara varmasını engelleyen bazı psikolojik unsurları vardı. Ve bu sıradan insanlar, Einstein’a göre mevcut psikolojik unsurları kavrayamazdı, dolayısı ile ünlü fizikçi çareyi Freud’a danışmakta bulmuştu.

Milletler arasında çıkan her anlaşmazlığın giderilmesi için tüm ulusların onaylayacağı bir yasama ve yargı sistemi oluşturulmalı düşüncesindeydi Einstein; ona göre her ulus bu yasama ve yargı kararlarını da koşulsuz şartsız kabul etmeliydi. Ancak bu şekilde savaş tehlikesi önlenebilirdi ünlü fizikçiye göre.

Ancak bu yasama ve yürütme ile ilgili de Einstein’ın tereddütleri vardı çünkü ona göre mahkemeler hukuk dışı baskılarla yön değiştirebilmekteydi. Ancak fizikçiye göre bunun da nedeni basitti:

İktidar tutkusu ve siyasal iktidar açlığı.

Bunu da şu sözlerle dile getiriyordu Einstein: “Maalesef her toplumda, toplumsal kısıtlamalara ve kaygılara duyarsız bir kitle bulunuyor. Kişisel çıkarları ve sosyal otoriteleri için silah üretimini ve satışını fırsat olarak değerlendiriyorlar. Ve bu kitlenin bunu yapabilmesinin basit bir nedeni de basını, dini ve okulları avcunun içine almasıdır. Bu insanların içinde nefret ve yıkım arzusu vardır.”

Eylül 1932’de ise Freud’dan Einstein’a bir cevap mektubu yazılıyor. Aslında Freud da buna benzer yanıtlar ve çözüm önerileri sunuyor cevap mektubunda ve ilk düşüncesi insanlar arasındaki çıkar çatışmalarının sadece şiddetle çözüldüğü oluyor. Freud’a göre mülkiyet ve irade, tarihin en başlarında kas gücü ile belirleniyordu, tarihin ilerleyen döneminde ise kas gücünün yerini silah gücüne bırakmış olması gerçeği vardı.

Ve çok ince bir detayı daha belirtiyor: Aslında irade sahibi ya da mülk sahibi olmak için düşmanını öldürmene ve tamamen yok etmene gerek yoktur. Onu himayen altına alarak, sömürgen haline getirerek, senin için çalışmasını sağlayarak uzun yıllar kontrol altında tutabilirdin. Ancak yenilen tarafta da hırs ve intikam duygusu oluşabilir. Rakibin kendi içinde gizliden örgütlenerek ve güçlenerek bir gün senden intikam alabilir. İşte o zaman tek bir cevap kalıyordu Freud için, rakibini tek bir parçası kalmayana dek yok et. Tarihteki büyük fetihler ve savaşlar da hep böyle olmadı mı zaten?

Freud’a göre şiddetten ya da baskıcı bir rejimden hukuk ya da adalete giden yol; tek bir bireyin üstün gücüne karşı birçok zayıfın birleşerek rekabet edeceğidir. Ve yine Freud’a göre toplumda iki tür kitle vardı. Birincisi, egemen olan ve kendisini herkese uygulanan yasaların üstünde görenler. İkincisi ise baskı altındaki üyeler yani daha fazla güce sahip olmak isteyen, eşitlik ve adalet isteyen kesim.

Freud tezini devam ettirirken, tabii ki de savaşçı bir çabadan barışçıl bir çabaya geçilirse toplumların kurtulacağını savunuyor. Yasa değişikliklerinin kültürel dönüşümlerle olacağını belirtiyor. Ve savaşların son bulması için de insanlığın tüm çıkar çatışmalarında, karar verme hakkının merkezi bir otoriteye bağlı olması gerektiğini vurguluyor.

Tamam da merkezi otorite de bazı devletler tarafından baskılanıyorsa ne yapacağız?” dediğinizi duyar gibiyim. Freud da bundan endişeli zaten 1930’larda. Merkezi otoritenin birinci olarak üstün bir organ olarak yaratılması gerektiğini ve ikinci olarak da bu organın tüm devletleri susturabilecek üstün bir güçle donatılması gerektiğini belirtiyor. Milletler Cemiyeti bu nedenle kurulsa da ikinci maddeye tarih boyunca sahip olamadı ve emperyalist devletlerin baskısı altında kaldı. İkinci madde yoksa da birinci madde tek başına hiçbir anlam ifade etmez. O zaman bizim merkezi otorite hiçbir zaman çıkar çatışmalarında kararı veren en üst makam olamayacak, üzerinden neredeyse bir asır geçmiş ve zaten olamıyor da. Freud’a göre de gerçek gücün yerini düşünce gücü asla alamayacak ve milletleri yönlendiren ideallerin onları karşıt yöne savurduğu çok açık.

Yine önemli bir Freud tezi de mektupta şu şekilde yer alıyor: “İnsanın saldırgan dürtülerinden tamamen kurtulması söz konusu değildir. Önemli olan bu dürtülerin yönünü, kendilerini savaşla ifade etmemelerini sağlayacak ölçüde değiştirmektir.”

Toplumu yanlış yönlendiren bir lider grubu var demiştik. Burada da Freud iki tip insan sınıfı ortaya koyuyor; takipçiler ve liderler. Çoğunluğu oluşturanlar kim peki? Tabii ki takipçiler, koşulsuz şartsız liderine tapan ve kendilerini yönlendirecek bir otoriteye muhtaç olan bir kitle. O zaman burada da üstün toplum olabilmek için, takipçiyi değil de lideri doğru yetiştirmek şart. Freud’a göre de doğrunun peşinden giden, kitlelere yön vermeyi iş edinen, bağımsız düşünceye sahip üst katmanlar yaratılmalıdır. Yalnızca bu şekilde doğru liderleri elde edeceğiz. Ancak bu projeyi de çürüten bir sorunla karşı karşıyayız: Devletin yürütme gücü tarafından yapılan saldırılar ve dinin düşünce özgürlüğü karşısındaki yasakları, bu tarz liderleri yaratmayı engelliyor.

Son olarak Freud, Einstein’ı şaşırtacak bir soru ile mektubunu bitiriyor ve şunu soruyor:

Neden savaşa şiddetle karşı çıkıyoruz? Neden onu, yaşamın can yakıcı felaketlerinden biri olarak kabul etmiyoruz?”

Bu soruyu araştıracak kişi varsa eğer, sorunun gerçekten doğru bir cevap bulabilmesi için tarafsızlık maskesi takması gerektiğini savunuyor. Çünkü Freud’a göre savaşa karşı çıkıyoruz ya da tam ters açıdan bakarsak karşı çıkmamak elimizde değil.

Ünlü psikiyatrın endişesi; eğitimsiz kavimlerin, daha iyi eğitimli kitlelere göre çok daha hızlı çoğalması. Uygarlığın gelişimini teşvik eden şey her ne ise, o aynı zamanda savaşa da karşıdır.

Aslına bakarsanız, Einstein da Freud da aynı şeyleri yazarak birbirleriyle mektuplaşıyorlar. Einstein, Freud’un bu cevaplarından bir çözüm bulabildi mi? Tabii ki bilmiyoruz.

Ya da Freud’un ters köşe sorusu “Neden savaşa şiddetle karşı çıkıyoruz? Neden onu, yaşamın can yakıcı felaketlerinden biri olarak kabul etmiyoruz?” ünlü fizikçiyi hayretler içinde mi bıraktı ya da ona farklı bir bakış açısı mı sundu bilmiyoruz.

İşin özü Freud’a göre, çıkar çatışmaları anında karar verecek olan milletler cemiyetinin hem üstün bir organ olması hem de tüm devletleri susturabilecek güce sahip olması ve bununla beraber de aydınlıktaki insan sayısının, karanlıktaki insan sayısını geçmesi.

Einstein’a göre de iktidar tutkusu, siyasi iktidar açlığı ve çıkarları uğruna silah üretimi ve satışına duyarsız kalan insanlar bu sorunun kök nedeni. Milletler arasında çıkan her anlaşmazlığın giderilmesi için tüm ulusların onaylayacağı bir yasama ve yargı sistemi oluşturulmalı düşüncesinde ve tüm uluslar da koşulsuz şartsız bu yasama ve yargıyı kabul etmeli.

Çok okuyun, kitapla ve sevgiyle kalın…