Aşk, en büyük düştür. Hele genç bir kız için, rüyalarını süsleyen bir beslenmedir. Gece beyaz atlı prensimizi görmek için uykuya dalarız. Dudaklarımızda sayıkladığımız dualar, geleceğimizde ona kavuşmak içindir. Varlığını tatmadan, yokluğuyla mutlu oluruz. Öyle hazırızdır aşık olmaya, öyle tatmin olmuşuzdur kalbimizi doldurmaya...



Aşk, hiç gidilmeyen bir yolun haritasını çıkartmaktır. Sen varsındır, o vardır, ama eksik olan şey bizdir. Onlar çoğunluktur, bir seçenektir. Ne zaman biri kapını çalmayıp kırar, içine öyle girer. O zaman o seçenek kaybolur. Bütün tercihlerinin tek şıkkı odur. Tanırsın, kalbinin yıllardır aradığı, düşlediği, kaybolduğu, bulutların üzerinde yaşattığı o duyguyu. Bir sembol gibi değil, ama sanki etine kazınmış bir doğum izi gibi. Sanki hep senleymiş de, geldiğinde kısa bir merhabayla kaldığınız yerden devam ediyormuş gibi. Aşk tanıdıktır, çünkü çocukluktan beri her şeyi aşkla sever, aşkla yapar, aşkla sarılırız. Bazen bir oyuncak, bir kitap, bir film, bir oyuncu, en yakınımızdakiler, fırından çıkan yeni tarçınlı portakallı kurabiyeler, şiirlerini sakladığın, içine mürekkebini döktüğün defterler... Hepsi senin birer damla içine aşk akıttığın rutinindir. Gerçek aşk mı? Bazıları için geldiğinde, bazıları için giderken fark edilir.



Karşında onu bulduğun zaman tüm sokaklar senin olur, çıkmazlar dahil. Kalbini çarptıran şeyin adı endorfindir (böyle söyleyince bütün romantikliği kayboluyor). Karşınızda onu gördüğünüzde daha önce hiç atmamış gibi çarpar kalbiniz, elleriniz titrer, midenizde hafif kramplar hissedersiniz, dizlerinizin bağı çözülmüş gibidir, sanki manavdan küçük bir çilek çalmış küçük çocuk gibi yüzünüz kızarır, ellerinizi nereye koyacağınızı bilemezsiniz. Asıl gözleriniz, en çok onlar varlığını hissettirir, hiç güneşi görmeyen bir çocuğun parıltısıyla bakmaya başlarsınız. Öyledir ki, ilk defa görüyormuş, karanlığı ilk defa deliyormuş gibi. Eğer o zaman aşık olduğunuzu anlamazsanız, büyük ihtimalle onu kaybettiğinizde bunu anlamış olursunuz.



Belki daha farklıdır, daha acıdır, hüzün ruhunuzu kaplamıştır, ama yine kalbiniz çarpar, bu sefer korkuyla. Yine midenize kramplar girer, elleriniz titrer, bu sefer acıyla. Gözleriniz bir başka bakar, sanki güneş batmış, uzun zamandır doğmuyormuş gibi. Aşk gelirken öyle bir mutlu eder ki insanı, en mutsuz olduğun anları bile yok sayarsın. Kalbin o kadar doludur ki sevgiyle, geri kalan bütün duygulara aç kalsa da olur. Öyle görünmez olur korku, hüzün, sancı, gaflet. Yokluğuyla rüyalarınızı kaplayan, varlığıyla neler yapmaz.



Aşk diyoruz ya, en acısıdır giderken tanımak, en acısıdır yokluğuyla tanışmak. Hele bir de fırsat bile verilmediyse, bir elveda demek için zaman kalmadıysa, Yaşar Kemal ne güzel demiş “İnsan bir defa birine geç kalır ve bir daha hiç kimse için acele etmez” öyle keskindir, öyle gerçektir, öyle yalındır, öyle sendendir işte.  Çok da bencil bir duygudur, asla paylaşılmaz.



Aşık olacağınız kişiyi siz seçemezsiniz, o da sizi seçemez, ancak aşk sizi seçer. Ancak ona teslim olduğunuzda eyleme geçer. En çocuk haliyle bile, daha ne olduğunu bilmezken siz, tanımlayamıyorken kalbinizi, o zaman bile adı aşktır. Adı yoktur, ama hisleri vardır. Onu hislerden tanırsınız. Mesela ilk aşkın kim diye sorarlar, gülerek anlatırsın “Ya bir ilkokul hocam vardı. Bir müdürümüz vardı. Karşı komşumuz Fahriye Ablaydı” gülümsersin, çünkü içinde ihtiras, şehvet, entrika olmayan, macerası, aksiyonu en saf olan yaşlardasındır ve aşıksındır.



Aşkın en sinir bozucu olan durumu nedir biliyor musunuz? Siz müdahale etmek istersiniz, kendinize bile karşı koymak isterken. Biri gelir, bir şey söyler, bir kelimeyle kendinize ait kurduğunuz dünya yıkılıverir ve siz altında kalacağınızı bile bile boynunuzu eğersiniz. Ve güzeldir, tebessümle anılan aşklar geçmişte hep yara izi bıraksa da, en güzel anılarınızın sahibidir o. Ben o, o deyip duruyorum, ama benim isimsiz verdiğim bütün “O” larımın bir ismi vardır içinizde, biliyorum. Var sayın ona sesleniyorum, belki gidene belki giderken bile içinizde kalana, belki hala var olana, belki de varlığı bile yokluğunu aratana. Hepimizin içinde, aşkı anlatan birini gördüğümüz zaman, ismi zamansızca mantığımızda dirilen, kalbimizi yine aynı hızlı ritme döndüren bir isim beliriverir. Çünkü akıl işi değil, yürek işidir aşk.



Sen onu ne kadar öldürmeye çalışsan da, unuttuğunu sanıp üzerinden hayatlar atlasan da, bir koku da, bir rüzgar da, bir fotoğrafta, ismi o diye anılan bir yazıda ilk günkü gibi hayatınıza giriverir. O koşmak için bir sebep yaratır size, dururken, yürürken, artık hiçbir şey yapmak gelmiyorken içinizden, üzerinizdeki ölü toprağını atar. Yani, kısaca anlayacağınız, öldürmeyi de yaşatmayı da çok iyi bilir. Yeter ki o istesin, yeter ki birine aşık olun. Ama öyle ismi birbirine karışacak, sakızdan çıkan fallarla hatırlanacak, kalbinizde sihri çözülecek biri değil. Gerçekten dünya duvar olsa yıkıp geçebileceğiniz, demirden olsa yangın olup, kora döndürebileceğiniz “Aşk değil ya bu, olsa olsa kara sevda” diyebileceğiniz bir duygudan bahsediyorum. Hatta bir duygu bile değil, varlık sebebinizden, onu sizden çıkardığınız zaman tüm anlamınızı kaybettiğinizden, nefes alırken de verirken de adını sayıkladığınızdan.



Herkesin aşk için bir tanımı vardır, kimileri için yakar geçer, kimileri için bir ilkbahardır; tüm tomurcuklar filizlenir, kimleri için anlamsızdır, çünkü biri gelip bütün anlamlarını sizden çalmıştır, kimileri için zamansızdır, yüreğinde üzerine toprak attığı hala başka bir can vardır. O kadar çok hali vardır ki, o kadar çok üzer sevindirir, o kadar çok duygudan duyguya sürükler ki sizi, bir bakarsınız birden bire hepsi oluvermişsiniz. Aşk, kanatları birbirine çarptığında uçmak için can atan, ama bir o kadar da yaralanmaktan, kanatlarının kırılmasından korkan bir kuştur.



Değeri geç anlaşılır derler, ama kimileri için hiçbir değeri kalmaz ve bazıları içinse yaşadığı andan beri en değerli olandır. Elbet bir gün ya birini ya da birden çoğunu, tadarak yaşayacaksınız. O gün geldiğinde veya geçtiğinde içinizdeki bütün “O”lar ismini bulacak.