İzlerken kendimizden bir parça bulduğumuz dizi ve filmlerin arkasındaki gizli kahraman; Ender Mıhlar… Şuan “Kara Tahta” dizisini çekiyorsunuz. Yaz sezonu boyunca devam ettiniz. Çekimler nasıl sürüyor?

Öncelikle güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Kara Tahta hepimiz için oldukça keyifli başlayan ve devam eden bir süreç oldu. Hala Edirne’nin havasına alışmaya çalışmakla birlikte setimiz oturdu. Rahat, huzurlu bir çalışma temposu içindeyiz.

Hayalinizin ardından şehir şehir dolaşıyorsunuz. Bu seferki durağınız “Edirne” yeni bir düzene alışmak, bu doğanın tabiatında yaşamak zor oldu mu?

Edirne’de çalışmak oldukça keyifli ve konforlu; tek sıkıntımız dayanılmaz sıcaklar ve acımasızca saldıran sinekler :) Ama şehrin tarihi dokusu, çok kompakt oluşu hele ki İstanbul’dan sonra Edirne’de her mekanın 5 dakika uzaklıkta olması büyük konfor. Halkı da bizi çok güzel karşıladı, ama dediğim gibi kışın soğuğu, yazın sıcağı ve sineklerle boğuşmak durumunda kalıyoruz.

Bir röportajınızda “Çocukluğumdan beri yönetmen olmak istedim. Hiç ikinci meslek hayalim olmadı” demişsiniz. Yönetmen koltuğuna oturduğunuzda başarmanın verdiği o gururu yaşadınız mı? 

Aslında bunu bir gerçeklik olarak söyledim. Elimden başka bir iş gelmediği için. 2 yaşımda İzmir Sineması’nda Rambo filmini izlemeye götürmüşlerdi. O zamandan beri yönetmen olmak istiyordum ve tabii kî de insan koyduğu hedefe ulaşınca gurur duyuyor ama hayat devam ettikçe kendimize yeni hedefler koymak ve bu yolda ilerlemek gerekir. Yaşadıkça hayal etmeliyiz.

Kara Tahta’yı ilk çektiğinizde “Ben bu diziyi çekmek istiyorum” dedirten yer neresi oldu?

Kara Tahta’nın ilk bölümünü okuduğumda beni en çok etkileyen oldukça naif bir dille, sade bir yaşam süren insanların, sıradan dertlerini anlatıyor oluşuydu. Yapımcımıza da ilk dediğim bu olmuştu “Böyle tatlı ve naif bir hikayeyi siz yapmaya karar verdiyseniz bende gönlümle çekerim”  ama tabi Irmak-Atlas ilk karşılaşma, Arif-Atlas ilk karşılaşma ve okuldaki İstiklal Marşı sahnesi gibi birçok sevdiğim ve etkilendiğim sahne de oldu.

Hayallerinizin yerine yönetmenliği oturtup, yerine başka hiçbir mesleği koymamışsınız. Peki bunun pişmanlığını yaşadınız mı? Yoksa yönetmenlik en büyük “İyi ki”niz mi?

Başka bir meslek düşünmedim düşünemedim tabi ki, iyi ki yönetmenlik.

Elinize gelen senaryo, kameranın karşısındaki oyuncular, arkanızdaki devasal ekip… Hepsi sizin sözleriniz doğrultusunda yol alıyor. Bu büyük sorumlulukla nasıl başa çıkıyorsunuz?

Bunu hep söylerim “yönetmenliğin en kolay yanı sahne çekmektir”. Önemli olan -dediğiniz gibi- tüm bu sorumluluğu yönetmektir. Bende açıkçası hiç bir zaman bu tip sorumluluklardan kaçan biri olmadım. Hatta en sevdiğim şey kriz anlarıdır, çünkü herkesin gerçek yüzü o zaman ortaya çıkar. Ben de genelde krizlerle sakince baş etmeyi ve onları herkesin yararına çözüme ulaştırmayı severim. O yüzden mesleğin esas zor ve benim sevdiğim yanı tam da sizin sorunuz.

Bir filmi çekmeye karar verdiğinizde sinema dünyasında nasıl bir etki yaratmak için o koltuğa geçersiniz?

Daha önce komedi türünde bir film çekmiştim. Tabi ki seyirciyi güldürmek için o koltuğa oturdum ve yazın en çok izlenen filmi oldu. Ama günün sonunda sinema dünyasında bir etki yaratmak için kamera arkasına geçmiyorum. Sadece okuduğum senaryoyu doğru anlatabilmek adına geçiyorum ve hikayenizi doğru anlatırsanız o zaten yolunu bulup etkilemesi gerektiği yerleri, kişileri, tarihi etkileyeceğine inanıyorum.

Televizyonda birçok dizi yönettiniz. Blu Tv’de yayınlanan Saygı dizisinin yönetmen koltuğunda da siz vardınız. Özellikle son yıllarda izleyici, televizyon ve Dijital platformlar olmak üzere ikiye ayrıldı. Bu durum sizi nasıl etkiledi?

Hem ana akıma hem de dijitale is yapmış biri olarak tabi ki de seçeneklerimizin artmış oluşu oldukça keyif veriyor, çünkü sinema, televizyon, dijital, reklam, klip hepsi farklı alanlar, farklı mecralar o yüzden hepsi kendi içinde birer tecrübe.

Genelde oyuncular üzerinde oynadığı (dizi film) tür üzerinden bir etiketleme yapılıyor. Tüm bu platformların hayatımıza girmesiyle televizyon ve dijital dünyayı birbirinden ayıran taraf olacak mı? 

Evet, hepsi yönetmenlik ama hepsi yönetmenliğin farklı dalları...  Ben televizyona iş çektim, dijitale çektim, reklam çektim, klip çektim, sinema filmi çektim. Kesinlikle hepsi birbirinden farklı dinamikleri olan işler. Evet yönetmenlik adı altında ama kesinlikle farklı işler o yüzden bu durum olabilir. Keza şu an bile öyle bir ayrım var. Diziciler, bağımsız filmciler, dijitalciler, reklamcılar klipçiler gibi…

Nuri Bilge Ceylan’ın bir sözü vardır “Her yeni film, hayatımı nasıl idare edeceğimi öğretiyor” Bugüne kadar çektiğiniz film ve diziler sizin hayatınıza neler kattı?

Ben bir şeyleri çok büyütmem. Başak burcuyum, daha analitik biriyim. O yüzden bu işlerin hepsini aşkla, severek yapıyorum, ama her zaman bunların günün sonunda bir iş olduğunu da unutmuyorum; bu da sevdiğim bir denge sağlıyor. Böylece içinde kaybolmayıp kendinizi de çok rahat eleştirebiliyorsunuz. O yüzden yaptığım her iş muhakkak bir şeyler katmıştır, ama Nuri Bey’in söylediği kadar büyük bir yerde durduğunu düşünmüyorum. Tabi ki o autor bir sinemacı, belki günün birinde bende onun gibi düşünebilirim.

Kendi yazdığınız bir filmi çekmek gibi bir hayaliniz var mı?

Yazma işinin de bambaşka bir iş olduğunu düşünüyorum. O yüzden ben de kariyer yolumda ve hayat yolunda her zaman haddimi bildim. Eğer bir gün yazma olgunluğuna ulaşabilirsem, o zaman yazmak ve çekmek isterim ama o güne kadar herkes bildiği işi yapmalı.

Çok popüler işler çektiğiniz zaman siz de o popülaritenin bir parçası oluyorsunuz. Görünür olmak, sizin konumunuzu nasıl etkiliyor?

Özellikle Edirne’de herkes tanıyıp fotoğraf çektiriyor. Bu tabi güzel ve keyifli bir duygu; birilerinin sizinle anısının olmasını istemesi… O yüzden popüler işler, dönemsel tanınırlık gibi durumlarda mesleğimizin bir parçası olarak görüyorum.

Daha önce “Her Yerde Sen” şimdi de “Kara Tahta” dizisinde Furkan Andıç ile birlikte çalışıyorsunuz. Çalıştığınız projelerde oyuncularla nasıl bir samimiyet kurarsınız?

Furkan’la bambaşka bir arkadaşlığımız oldu; keza Mira’yla da ikinci projemiz. Zaten dünya genelinde, Türkiye’de yönetmenler sevdiği, anlaştığı ve beğendiği oyuncularla sık sık çalışmakta. Samimiyet durumu ise karşılıklı olan bir durum.

Hem drama olarak hem de romantik komedi türünde birçok proje çektiniz. Bu yıl yaz dizilerinde büyük bir yaprak dökümü yaşandı. Bu erken vedaları neye bağlıyorsunuz?

Bu yaz projeleri bence biraz aceleye gelen projeler oldu. Cast da çok zor yapıldı. En önemlisi de pandemi etkisiyle insanlar evde oturmaktan artık çok sıkıldı. 

Bugüne kadar yaptığınız işler, çalışma prensipleriniz bana “Mesleğine aşık bir Ender Mıhlar” gösteriyor. Gün bittiğinde yönetmen kimliğinizi sette bırakabiliyor musunuz?

Kesinlikle bırakabiliyorum. İlk günden beri bu işi amatör bir aşkla yapıyorum. 18 yıl sektördeyim; 11 yıl asistanlık, 7 yıl yönetmenlik. Sonuçta hayatımın büyük bir parçası ama paydos dediğimizde her şey biter, hayat devam eder.

Bir yönetmenin kendini beslemesi için yapması gereken en önemli şey nedir?

İzlemek, izlemek, izlemek; dinlemek, gezmek, görmek, okumak, çevresine, hayata, gündeme, güncele… Her şeye ilgi duymak, gözlem yapmak.

Son dönemlerde gençlerde çok fazla “Yönetmen veya oyuncu” olma hevesi var. Bazen bunun bir heves mi yoksa bir hayal mi olduğunu karıştırıyoruz. Kendi çocukluğunuzdaki “Kameraya bakarken gözleri parlayan çocuğu” bu gençlikte görüyor musunuz?

Evet, son dönemde katıldığım söyleşiler ya da workshoplarda hep aynı istekle karşılaşıyorum,  ama açıkçası bana da yönetmen ve oyuncu olmak istiyorlar gibi değil de daha çok ünlü olmak istiyorlar gibi geliyor.

Bu keyifli sohbet için teşekkür ederim. Bir gün kendi hayatınızın filmini çekiyor olsaydınız. Bu filmin adı ve türü ne olurdu?

Önce her şey toz bulutuydu…  Tabi ki komedi-dram… 

Fotoğraf: Ufuk Tektaş