Gazetecilik ile demokrasi, özgür bir toplum için ayrılamaz iki kavramdır. Bir gazetecinin görevi haberin doğruluğunu araştırmak, şahit ve belgelerle desteklemek, elde ettiği bilgileri ve gerçekleri düz bir şekilde topluma aktarmaya özen göstermektir. Gazeteci, siyasi ve ticari kurumları, sivil toplum örgütlerini ve gündemi yakından takip etmeli, halk ile kurumlar arasında bir köprü vazifesi yürütmelidir. Elbette bu görevin mühim sorumlulukları vardır. Demokratik değerleri koruyarak etiğe sadık kalarak işini yapan gazeteciler, özellikle siyasilerin ve kanaat önderlerinin faaliyetlerini şeffaf biçimde halka aktarırsa bu makamdaki insanların halka hesap verebilirliklerini de desteklemiş olurlar. Ayrıca olan biteni tarafsız ve özgür biçimde aktararak halkın kararlarını sağlıklı şekilde alabilmesinin önüne ışık tutabilirler.

Güçlü bir demokratik ortam için ise basın özgürlüğü şarttır zira basın, yasama-yargı ve yürütmeden sonra gelen dördüncü büyük güçtür. Basının gücü, yasama, yargı ve yürütme mekanizmaları içinde görev yapan kurum ve kişilerin faaliyetlerini halka aktararak bir nevi halk tarafından denetlenmesi vazifesini de yürütmektedir. Hatta basının demokratik güç üzerinde belirleyici rolü olması sebebiyle “bekçi köpeği” (watchdog) kavramı ile medyanın denetleme gücüne ithafta bulunulmuştur.

Basın mensupları etik değerlere, ahlaki kurallara riayet ederek işini en düzgün şekilde yaptığında, yayınladığı haberler ile alakalı müeyyide gerektiren durumlarla karşılaşmamalıdır. Türkiye’de uzun zamandır bu konuda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Cumhuriyet öncesi dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda 1864 yılında çıkarılan ilk basın kanunu ile basına sansür uygulanmış olup 1858 yılında başlayan ilk yasaklama ve cezalar ile basın ve kamuoyunu sessizliğe mahkûm eden uygulamalara imza atılmıştır. Türkiye, son yüz yılda batılılaşma anlamında çok ciddi yol almış olsa da demokratikleşen modern çağda basının işlevi ve gelişimi hususu hiçbir dönemde sancısız olmamıştır. Günümüzde basının denetleme misyonu neredeyse işlevsiz kalmıştır.

Sansür, Osmanlı’da emperyalizme karşı bir savunma ve statükonun devamını sağlama aracıydı. Özellikle 2. Abdülhamid devrinde kurumsallaşan sansür, devletin en aciz kaldığı durumlarda bile, ancak tozpembe tablolara geçit vererek iktidarın halk için neyi rıza görüyorsa ona inanması gerekliliği mantığında çalışmıştır. Günümüzde de basın mensupları aynı sorunlarla karşılaştıkları için tabir-i caizse içine kapanmış, mesleğini tehlikesiz ve sorunsuz yürütmek isteyen gazetecilerin büyük çoğunluğu çözümü, güçlü olan kurumlara ve siyasi partilere yakın durmakta bulmuştur. ‘Yandaş medya’ kavramı bu sebeple oluşmuştur. Her ne kadar eleştirsek de onaylamasak da neredeyse dünyanın tüm ülkelerinde medya, otoritenin aracı durumundadır. Otoritenin karşısında dimdik durmayı başarabilen gazeteci ve medya kuruluşu azınlıktadır. Bu durum bize, tüm dünyada koşulsuz ve gerçek demokrasinin olmadığını göstermektedir. Hatta Avrupa Birliği ülkelerinde bile basın mensupları için ortam gitgide daha tehditkâr hale gelmektedir.

ABD, demokrasi adına Irak’ı işgal ettiğinde savaş sürecinde Arap yanlısı yayın yapan El-Cezire başta olmak üzere Arap medyasına yönelik baskı ve saldırılar artmıştı. Bu baskıların sonucunda ABD’de bulunan muhalif kanadın bile sesi giderek kısılmıştı. Dünyada örnekleri çok fazla olan bu duruma bakıldığında ‘demokrasi’ kavramının hükümetler için ayrı, gazeteciler ve halk için ayrı manalara geldiğini görebiliyoruz.

Basının otoriteden bağımsız ve tamamen özgür olduğu bir ülke, dünya üzerinde yoktur. İskandinav ülkeleri, demokrasi anlamında iyi örnekler teşkil etse de onları bile dahil ettiğimizde basının %100 bağımsız olması söz konusu değildir. Zira en gelişmiş ülkelerde bile siyasi odaklar ve para gücünü elinde bulunduranlar belirli medya kuruluşlarını finanse etmektedir. Finansal olarak bağımlı olan bir basın kuruluşu veya gazeteci bağımsız hareket edememektedir. Örneğin ABD’de Cumhuriyetçiler de Demokratlar da belirli medya kuruluşlarını finanse ederler. Bu durumda finanse ettikleri kuruluşlar, finansörlerini zor durumda bırakacak haber ve içerikleri yayınlamaktan imtina ederler. Sonuç olarak halktan bazı bilgileri saklamış veya doğruları eksik aktarmış olurlar. Bu da demokratik düzeni bozar. Mevcut dünya düzeninde koşulsuz ve kusursuz demokrasiden söz edemeyiz, en fazla yakınsayabiliriz.

Kısaca bağımsız olmayan basından bahsettiğimiz bir ülkede demokrasinin varlığından kuşku duyulmalıdır. Ülkemizde ve dünyanın birçok ülkesinde fact-checking organlarının yaygınlaşmasının sebebi de bu güvensizliktir. Halk, çıkarları için gerçeği saklayan siyasiler ile yine çıkarları için gerçeği çarpıtan gazeteciler/yayıncılar arasında ciddi kafa karışıklığı yaşıyor. Kimin doğru söylediğini algılayamadığı durumlar da ise fact-checking örgütlerine başvurmak zorunda hissediyor. Hatta son dönemde birçok fact-checking organı siyasilerle ilgili doğrulama yapmaktan ve yayınlamaktan kaçınmaya başladı. Bunun sebebi ise cezalandırılma veya kapatılma korkusudur. Bu hususla ilgili BRTV Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Çetinkaya’nın ‘Araştırmacı Gazetecilik Demokrasinin Güvencesidir” başlıklı köşe yazısında bahsettiği Gazeteci Şükrü Gökkaya olayını örnek gösterebiliriz.

2022 yılında Karabük’te Şükrü Gökkaya isimli gazeteci, sosyal medya hesabında bir iddiayı doğrulayabilmek adına yaptığı paylaşımdan ötürü göz altına alınmıştı. Gökkaya’nın aldığı duyum, Karabük Valiliği’nin bir kır pidecisine silah taşıma ruhsatı verdiği, valilikte görevli bir kişinin ise bu ruhsat karşılığında kır pidecisini bir reklamcıya yönlendirerek valilik adına ödeme yapmasının istendiği iddiası idi. Gazeteci Gökkaya, sadece olayın doğruluğunu araştırmak ve teyit edebilmek için konuyla alakalı bilgisi olan biri olup olmadığını sormak için yaptığı paylaşımdan dolayı Karabük İl Emniyet Binası’nda göz altına alınmıştı.

Bu ve benzer olayların sıklıkla yaşanması gazetecilerin, aldıkları duyumlarla ilgili araştırma yapmasının önüne korku engeli oluşturmaya başladı. Geldiğimiz noktada fact-checking yapanlar en fazla sağlık ve bilim alanına yönelerek siyasi kişi ve kurumlarla ilgili daha çekimser davranmaya başladılar. Bu durum demokrasinin işleyişi hakkında umutsuzluğa kapılmamıza neden olmaktadır.

Gazeteci Yazar Upton Sinclair’in Petrol kitabında dediği gibi “En inanılmaz olanıysa, kaç skandal ortaya çıkarırsan çıkar, ülkedeki tek bir büyük gazete ya da derginin kılını kıpırdatmamasıydı!” Kamuoyundan gizlenen bir olayı açığa çıkarmak için araştırma yapma aşamasında bile basının önüne çıkarılan engeller, demokrasinin altını oymakta ve adaletsizliğin artmasına neden olmaktadır.

Bir diğer konu ise 18 Ekim 2022 tarihinde, dezenformasyonla mücadele gerekçesiyle yürürlüğe giren yeni basın kanunu ile internet habercilerine de geleneksel medya kuruluşlarında olduğu gibi belirli cezai ve hukuki sorumluluklar yüklenmesidir. Bu kanunla birlikte hem internet haber sitelerinde çalışan gazeteciler ciddi denetimlere tabii tutulacak hem de sosyal medya kullanıcıları yaptıkları her paylaşımdan sorumlu olacak. Bu kanun gazetecileri ve sosyal medyada aktif yayınlar yapan halkı tedirgin etse de pozitif etki oluşturacak sonuçları da mevcuttur. Her ne kadar habercinin de haberi yapılan kişi veya kurumun da hukuki haklarını koruyacağı gibi faydalı yönleri olsa da ifade özgürlüğü ve doğru habere ulaşma hakkı konusunda hayatımızı ciddi manada etkileyeceği ortadadır. Bu kanunun sınırlarını aşarak yayın yapmaya devam eden gazetecilerin yargılanması kaçınılmaz olduğundan basın çalışanları ve sosyal medya yayıncıları cesaretini kaybedecek, doğruluğunu ispatlayabiliyor olsa da halka yansıtmak konusunda çekimser davranacaktır. Hatta halk bile çoğu haberi beğenmekten, yorum yapmaktan kaçınacak sırf beğendiği için yargılanma korkusu yaşayacaktır.

Elbette bu çift taraflı özen isteyen bir durumdur. İfade özgürlüğü serbest olduğunda, asparagas haberler yapan gazetecilere müeyyideler uygulanmadığında gazeteciler bu durumu suistimal eder ve araştırma gereği duymadan, belge ve şahitlere ulaşma zahmetine girmeden, ilk ağızdan duydukları bilgiyi direkt servis etmek veya kaosa sebebiyet verebilecek provokatif içerikler yayınlamak gibi kamu düzenini bozacak şekilde hareket ederler ise devlete basın özgürlüğünü kısıtlaması için fırsat vermiş olacaklardır. Devlet yöneticileri de doğru haber yaptıkları halde, belge ve şahitlerle desteklendiği halde halka gerçeğin yansıtıldığı haberleri engellerse halkın güvenini de kaybetmiş olacaklardır.

Özgür ve etik değerlere saygılı gazeteciler, halkın çıkarlarını gözetirken aynı zamanda devlet yöneticilerinin ve yerel yönetimlerin görevlerini hakkıyla yerine getirmelerini sağlama konusunda ülke ve millete büyük destek verirler.

Gülen Kurt Öncel’in, kitabında ifade ettiği gibi Türkiye demokratik kalacaksa (ya da olacaksa) araştırmacı-soruşturmacı gazetecilik konusu da her zaman gündemde kalacaktır. Zira gerçek demokrasi, ancak toplumun doğru bilgilendirildiği ortamlarda yaşayabilir. Yine Öncel’in dediği gibi halkın, kendisini yönetenlerin yaptıkları hakkında doğru bilgi alamadığı bir yerde demokratik süreçlerin, denge ve fren mekanizmalarının işleyebilmesi mümkün değildir.

Soruşturmacı gazeteciliğin yapılamadığı, yapmaya çalışanın engellendiği ülkelerde sistem hızla otokrasi ve kleptokrasiye dönüşür. Demokrasilerde gazeteciler halk adına doğru bilgiyi öğrenme ve aktarma hakkına sahiptir; gizlilik ve yasaklar istisnadır. Yani demokraside kural “Sen ne hakla soruyorsun?” değil, “Sen ne hakla bu bilgiyi vermiyorsun?”dur.

Sonuç olarak bir gazeteci etiğe sadık kalarak ve doğru biçimde gazetecilik yaparak ülkenin demokrasisine katkı sağlayabilir. Bu iki kavram arasındaki sağlıklı ilişki, birbirini tamamlayan, güçlendiren, halkın ülkeye ve basına olan güvenini koruyan bir ilişkidir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 21. maddesinde demokrasi için yapılan tanımın ardından şöyle bir ifade geçmektedir: “Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğü hakkı vardır. Bu hak, düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yayma hakkını gerekli kılar.”

Bu her insanın hakkı olduğu halde çoğu insan bilgiye ulaşma ve araştırma yapma konusunda kısıtlı imkanlara sahip olduğundan, eğitim seviyeleri farklı olduğundan basın, halkı bu noktada temsil ederek yöneticiler ile yönetilenler arasında köprü vazifesi görmektedir. Bu köprünün sağlam şekilde ayakta kalması demek demokrasi ve özgürlüklerin varlığından bahsedebilmemizin ön koşuludur.